Halveti Yolunda Zikir
Aziz Mehmet Dumlu Hazretleri zikirle ilgili sohbetlerinde şöyle buyurdular :
"Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), her gün 100 istiğfar, 100 salâvât-ı şerif ve 300 kelime-i tevhîd okuduğu hadîs kitaplarında mevcut ve sahihdir. Ancak bazı rivayete göre 70 kelime-i tevhid okuduğu da ifâde edilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de pek çok âyetlerde Cenâb-ı Hak, zikirden söz etmektedir. Bunlardan birkaçını zikretmeye çalışalım:
"Ey inanan ve îmân eden kullarım! Allah'ı çok zikrediniz." (Ahzab Suresi Ayet 41)
Ulemâ-i zahir, buradaki çok zikirden muradın namaz olduğunu söyler. Doğru olmakla beraber Süleyman Çelebi Hazretleri ise çok zikretmeyi Mevlid-i Şerifte şöyle ifâde etmiştir :
Her nefeste Allah adın dimudâm Allah adıyla olur her iş temam
Her nefes alıp verdikçe derviş "Allah" der. Hiç unuttukları olmaz mı? Arada unuttuktan elbette olacaktır. Hatırladığı zaman bir daha başlar.
"Bir yemek sadece kaynamakla pişmez. Eğer suyu kalmamışsa ona su ilâve eder ya da fazla pişiyorsa ateşini azaltırsın."
Ağlamanın da zikrin de tefekkürün de yeri vardır. Yalnız şu çok önemlidir. Allah dostunun, Allah yolcusunun ya dilinde Allah adı ya da gönlünde muhabbeti vardır. Bu ikisinden biri eksik olmaz. Her zaman bu böyledir ve böyle olmalıdır. Bu gerçeği şu özlü sözle ifâde etmiştir. Türkmen dervişi Koca Yunus: "Allah adın dillerde sevgisi gönüllerde.",
Buna eski hükemadan "Epiktetos" ün sözünü de ekleyebiliriz:
"Allah'ı anmak, soluk almak gibi devamlı olmalıdır."
Yine mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerim'de:
"Allah'ı zikredenler felah bulacaklardır." (Cuma Suresi Ayet 10)
"Kalpler, ancak zikrullah ile tatmin ve müteselli olur." (Rad Suresi Ayet 28)
Âyet-i kerîmenin başında "Ela" kelimesi, kesinlik ve katiyyet ifâde eder. Âyet-i kerîmede geçen zikir lafz-ı şerifi her ne kadar "La ilahe illallah" demek ise de bu tevhîd kelimesini açtığımızda zikrin muhabbetullah olduğunu anlarız.
Zikir kelimesinin Türkçe karşılığı "anmak" olduğuna göre sevenin sevdiğini çok anması doğaldır. Özellikle sevilen Allah olunca her nefes alış verişte sevenin sevdiğini anmasından daha güzel ne olabilir.
Zikir, önceleri "La ilahe illallah" diye başlar. Sonra "Allah," "Hu," "Hak" diye devam eder. Dilimizle yaptığımız zikir, sonraları vücûdumuzun bütün hücrelerini kapsar. Böylece dil, bir kez aşk ile "Allah" deyince Süleyman Çelebi'nin dediği olur:
Bir kez Allah dese aşk ile lisân Dökülür cümle günâh misl-i hazân
Eğer bir kez aşk ile "Allah" deyişte sonbaharın yapraklarının yere döküldüğü gibi günâhlardan arınıp durunuyorsak ve bu Allah deyiş, bir kez değil de her nefes alıp verişteyse ve bu senelerce devam ediyorsa düşünmek gerekir ki, yüce Allah kendisini çok anan bu sevgili kuluna dünyevî uhrevî, maddî manevî ne hikmetler verir; ne ibretler gösterir.
Milyarlarca hücrelerin ilâhî bir coşku ile zikrettiğini büyük velî Niyâzî Mısrî Hazretleri, şöyle ifâde eder:
Gönül ol bahre daldı dilim tutuldu kaldı Girdim anın zikrine azalarını dil oldu
Buradaki azaların neler olduğunu zaman zaman sohbetlerimizde ifâde etmeye çalışacağız. Bu nev'i zikrullah ile meşgul olan kişinin coşkusunu düşünmek lâzım. Onun gönlünde bir tek sevgili vardır. Artık mâsivâ bitmiş ve günâhlar ecir ve sevaba dönüşmüştür. O can kişi o hale gelmiştir ki, zikredenin kendisi mi yoksa zikrin sahibi mi olduğunda hayretler içinde kalmıştır.
Zikrin hakîkatına gelince ehlullah ittifakla şöyle buyurmuşlardır:
"Zikrin hakikati odur ki: Zikir, zâkir ve mezkûr bir ola."
Kitabımız Kur'ân-ı Kerim'de zikirle ilgili pek çok âyetler olmakla beraber konunun anlaşıldığını düşünerek üstte zikredilen birkaç -âyet-i kerimeyle noktaladık. Ancak ehl-i hakikate göre gerçek olan şudur: Zikir, zâkir ve mezkûr bir olduğu zaman zikir kemâlini bulmuş olur.
Halvetiyye tarikatı da etvâr ve ezkâr âdabı itibariyle Cehri tarikatına dahil edilen bir hakikat yoludur. Halvetiyye tarikatında da diğer tarikatların özünde olduğu gibi Allah'ı zikretmek, her an ve her yerde Allah Teâlâ'yı zikrettiğimizin idrâkında ve şuurunda olmak, Allah'ın ve Resûlü'nün ahlakıyla ahlâklanmak vardır.
Özetlemek gerekirse: Bu gönül ocağının, bu yüce mesleğin, kelime-i tevhîd, gizli ve açık esmâ-ı seb'a üzere zikre devam, rüya tabîr ve tevîl, hâdiselerin kalp ve nefs üzerindeki tesirleri dikkate alarak gönlü mâsivâdan tahliye kılmak, nefy-i vücûd, evsâf-ı cemile ve ahlâk-ı hamide sahibi olmak esâslarına dayandığı söylenebilir. Ancak Halvetîlik'in Hz. Yahya-i Şirvânî'den sonra çeşitli kollara, kollardan şubelere ayrılması ve ayrılan şubelerdeki mürşitlerin zamanın ve içtimâî şartların gereğince yaptıkları içtihatlar neticesinde etvâr ve ezkârında aslından sapmalara taviz vermeyen ufak tefek bazı değişiklikler meydana geldiği görülür. Ancak bu değişiklikler, ana gaye ile alâkalı olmayıp teferruattadır.
Bu durumda tarîk-i Halvetiyye'de genel olarak zikir şu şekilde talim edilmiştir:
Derviş, emmârede abdestli olduğu halde diz çökerek kıbleye karşı oturur Rabıta alarak samimiyetle niyet eder. Sonra yüz istiğfar, yüz salâvât-ı şerife ve bir Fatiha okur. Başını sağ omzuna çevirip "La ilahe" (nefy) ardından sol tarafa göğsün altındaki kalp üzerine doğru eğip kuvvetlice vurarak "İllallah" (isbât) der ve tevhîd zikrine böylece devam eder. Eğer levvameye terfi' etmişse buna "Lafz-ı Celil" yani "Allah" ismi, mülhimeye terfi' ettiğinde "Hu" zikri, mutmainneye terfi' ettiğinde "Hak" ismi, radıyyeye terfi' ettiğinde "Hayy" ismi merdiyyeye terfi' ettiğinde "Kayyum" ismi, safiyyeye terfi' ettiğinde "Kahhar" ism-i şerifi telkin edilir. Ancak "Kahhar" ism-i şerifi okunmaz. O ism-i şerif, ismin sahibi olan Allah Azimüşşân'a bırakılır.
Asırlardır pîrân tarafından Halvetiyye ezkârı, böyle icra edilegelmiştir. Yukarıda da ifâde edildiği gibi Halvetiyye'de "Yedi esma" üzerinden seyr-i sülük ikmâl edilir. Ancak Halveti tarîkinden yetişen pîrân, ana gövde olan Halvetflik'ten kol açtıklarında esma üzerinde değişiklikler yapma yetkisine sahip oldukları için yolumuzun büyüklerinden pirimiz Pîr Şa'bân-ı Velî Hazretleri de kendinden önce tevhîd-i ef âl, tevhîd-i sıfat ve tevhîd-i zât olarak gelen ve üç esma üzerine devam eden tarik-i Halvetî-yi, Şa'bâniyye kolunu açınca yediye çıkarmıştır.
Bu durumda diyebiliriz ki, Halvetiyye tarikatının Şa'bâniyye kolunda esmâullah, Emmâre, Levvâme, Mulhime, Mutmainne, Radiyye, Merdiyye, Sâfiyye, olmak üzere yedidir.
Birinci esma olan emmâre, nefs-i emmâredir. Mürşidin müridine verdiği ders, kelime-i tevhid (la ilahe illallah ) Derviş, rabıta ve mürşidândan aldığı ilâhî feyizle coşkun coşkun sağdan sola kalbin üzerine "La ilahe illallah" der.
Sağdan sola kalbin üzerine zikir yapmak usûldür. Usûle riâyet vuslata vesiledir. Ehlullahın buyurduğu üzere:
"Tutulmadık usûl bulmaz vusul."
Her kim ki usûle riâyet etmedi, o vuslata eremez yani sonucu elde edemez. Onun için ne intikâl etmişse o usûlü aynen uygulamak lâzımdır.
Bize intikâl eden usûlde birinci esma dervişi emmârededir. Kelime-i tevhîd okur. Sağdan alıp sola kalbin üstüne vurur. Kalbin üstüne vura vura o ölü kalbi canlandırır. Bu uyuyan insan gibidir. Böyle ola ola mürit ilerleme kaydeder.
Tabii dersin başında yüz istiğfar, yüz salâvât-ı şerif, bir Fatiha Sûresi vardır. Bunu unutmamak lâzım. İstiğfar, geçmişte bilerek ya da bilmeyerek yaptığı hatalardan müridin gönlünü temizler. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de Allah Teâlâ:
"Beytinizi temizleyiniz" (Ahzab Suresi Ayet 33) buyurur.
Bu âyet, Hz. Peygamber Efendimiz'e Kâ' be'yi putlardan temizlediği zaman nüzul etmiştir. Buradaki beytin zahiri manâsı, Mekke'deki Kâ'be'dir. Ledünnî ve tasavvufi manâsı gönüldür.
Hz. Peygamber Efendimiz, Kâ'be'ye girdiği zaman üç yüz atmış tane put vardı. Bunları sildi süpürdü ve dışarıya attı. O, elle tutulan gözle görülen bu putları atmakla ilâ yevmil kıyam izinden gelen bütün inanmış mü'minlerin gönlünü de temizlemiştir.
"Gönül de bazen puthâneye benzer. Gönlünü Hak'tan: gayri olan sevgileri doldurma ki, orasını bir puthâneye benzetmeyesin."
Kişi ister padişah ister âlim olsun, gönlünü zikrullah ve muhabbetullah ile bezeyip temizlemezse yani ilâhî marifetten, zikirden ve Allah sevgisinden uzak kalırsa o gönül puthâne gibi olur. Çünkü Hak'tan gayri olan sevgiler, o gönlü puthâneye döndürür.
"Gönlü puthâneye dönen kişinin ne huzuru ne neşesi ne de aşkı ve şevki vardır. Çünkü o kişi, süfli işlerin peşindedir."
Dışarıdan bakarsanız, o kişi boylu poslu, kelli felli, akıllı uslu bir insandır, ama onun gönlü perişandır ve puthâne gibidir. Nitekim ehl-i hakikatin mâsivâ dediği de budur. Kuşadalı Azîz (k.s.), bu konuyu şöyle açıklamıştır:
Mâsivâllahtan mücerred oldu İbrahim bugün Varını canana verdi gayri can istemez
Gerçi bilerek ya da bilmeyerek bütün eşyaya sevgimiz, sonunda Allah'a dayanır. İnsan bilse de bilmese de her neyi severse farkında olmadan Allah'ı sever. Sevgi Allah'a aittir. Eşyadan yansır, varlığın tamamını kapsar. Bunu bilmek ya da bilmemek söz konusudur. Derviş, yüksek idrâke eriştiği zaman her ne olursa olsun sevilenin Allah olduğunun farkına vanr. İşte o zaman arif, cümle varlıkta Hakk'ı müşahede eder. Onların gönülleri mâsivâllahtan arınmıştır. Bu konuda Şemseddîn-i Sivasî Hazretleri şöyle buyurur:
Temaşa eyledim kevn-i mekânı nûr-ı vahdetle Görünen cümle eşyadan hemîn Mevlâ imiş bildim
Bu güzel söze Niyazi Hazretleri'nin eş değer bir sözünü de koymak lüzumunu hissediyorum:
Ben cemâl-i Hakk'ı cümle eşyada zahir görmüşem Bu merâyaya anın çün baktığımca hurremim
Put ise, gerçek olmayan sevgi demektir. Altın, gümüş, şan şöhret, makam mevkî' v.s. hep puttur. Ancak avam için put gibi görülen bu saydığımız nimetler, rütbeler, makamlar, mevkî'ler, servetler ehlulah için put değildir. Onlar, sevgiyi tevhîd etmiş kâmil insanlardır. Şeyh Esâd Efendi (k.s.)'nin buyurduğu gibi:
Görünen cümle eşyadan Hûda'dır Sakın sanma anı senden cüdadır
Ehlullah için cümle varlık, Hakk'ı yansıtan bir aynadır. Onun için İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri:
Âyinedir bu âlem her şey Hakk ile kaim Mir'ât-ı Muhammed'den Allah görünür dâim
buyurur.
Halifetullah olan insana gereken, ârifıbillah olup gönlünü böyle gelip geçici şeylerle yani mâsivâllahtan temizlemektir. Gönlünü böyle gelip geçici şeylerle değil; geçmeyen, kaybolmayan ebedî ve ezelî olan sevgiyle doldurmak lâzımdır.
"Mecnûn'un Leyla'yı sevmesi, önceleri mâsivâ olarak görülmüşse de işin sonunda gerçekten sevilenin Allah olduğu anlaşılmıştır."
Bu konuda tevhidin babası olan Hz. İbrahim (a.s.)'ın Allah'a yalvarışı, duası vardır. .
"Ey Allah'ım! Ufûl eden,'sönen, bugün var yann yok olan sevgilerden benim gönlümü kurtar. Gelip geçici sevgilere kaptırma, gönlümü onlarla doldurma." (Enam Suresi Ayet 77)
Evi seversin yanıverir. Altını, gümüşü seversin hırsız girip çahverir. Rütbeyi makamı seversin, benim mevki'm makamım şudur dersin, dilin kemiği yoktur bir yanlış söz söylersin toplumda değerin düşüverir. Senelerdir senin etrafında olan insanlar, çekilip kayboluverirler. Bunlar gerçek sevgi değil; ancak mâsivâdır. Bir kâmilin şöyle bir sözü vardır:
"Mâsivâ tozunu gönül gözünden tevhîd ile sildim elhamdülillah"
Yukarıda zikrettiğimiz âyet-i kerimenin muhtevası, "gönül evini temizleyiniz" demektir. Bununla ilgili pek çok güzel sözler vardır. Bir kâmil şöyle der:
"Padişah inmez saraya hâne ma'mûr olmadan"
Gönülhânesi, ma'mûr olmadan padişah yani Allah (c.c.) gönle giremez. Gönül sarayına eğer padişahı da'vet ediyorsak o saray padişaha layık olmalıdır yani gönlü mâsivâ denilen sevgiden arıtıp durulmalıyız. Gönül nasıl temizlenir, terfi' ettirilir?
Diyelim ki, evinizin önünde bir bahçe ve bahçede bir erik ağacı var. Siz bu ağacın ekşi eriğini, olgun ve tatlı erik yaparak beğenilen, sevilen, lezzetli, halkın itibâr ettiği bir erik olmasını istiyorsunuz ve bu ekşi erikten kurtulalım diyorsunuz. Ne yaparsınız? O eriğin üstünde olan tatlı bir eriğin aşısını vurursunuz.
Aşıyı da herkes yapamaz. Onun da ehli olması lâzım. Ustaya: "Usta, gel de şu benim ağacı ne olur aşılıyıver," der, arkasında önünde gezip peşinde koşarsınız. Sonunda onun gönlünü yaparsınız ve usta gelir. Senin bahçendeki ekşi erik ağacına bir tatlı eriğin aşısını yapar. O aşı tutar, artık senin bahçendeki erik ağacı ekşi değil; tatlı meyve vermeye başlar. Bunun gibi insanın da aşılanması lâzımdır.
Evliya kemâle ermez taşlanmayınca Ağaç meyve vermez aşılanmayınca
Evliyanın sırtlarında sağlam yer kalmaz. Hatta bir kâmil bu konuda şöyle buyurur:
"Bir insanın evliya olabilmesi için toplumun itibâr ettiği ilim sahibi sıddîk geçinen hacı hoca kişilerden kırk tanesi, bir velîye zındık diyecek ki o kâmil sıddîk olacak."
İşte yukarıdaki beyitte söylenilen sözün içinde bu manâ vardır. Onun için evliya, halkın kendilerini taşlamalarından kin ve nefret duymaz. O taşı atanlardan hoşnut olurlar. Onlara karşı bir husûmet hissi beslemezler. Bu kemâlin bir gereğidir. Hak yolu böyledir. Niyazı Mısrî Hazretleri'nin ifâde ettiği gibi:
Aşk yolu belâlıdır her kârı cefalıdır Candan ümidin kes cânâne erem dersen
Sabır, tahammül ve teslimiyet ister. Yine Niyazı Hazretleri'nin buyurduğu üzre:
Sabretmede Eyyub ol gam çekmede Yakup ol Yusuf gibi mahbûb ol Kenan'a erem dersen
"Gam çekmede Yakup ol, sabretmede Eyyub ol, sevgide Yusuf gibi mahbub" ol ki, Kenan'a eresin."
Yakup Peygamber, oğlu Yusuf un gamını çekti. Yusufu kardeşleri kıskandılar ve onu kuyuya attılar. Bir gömleğini kana bulaştınp getirdiler ve Yakup'a: "Yusufu kurt parçaladı" dediler. Babası Yakup'un ağlamaktan gözleri kör oldu.
"Eyyûb Peygamber sabır timsâlidir. O, nasıl sabrettiyse O'nun sabrını kendine şiar edinmelisin."
Eyyûb Peygamber'in vücûdunu kurtlar istilâ etti; parçaladı. O, hiç sesini çıkarmadı. Hep sabretti. Hatta kitaplar der ki: "Kurdun birisi kalbine doğru yaklaşmış ve Cenâb-ı Hak buyurmuş: "Ya Eyyûb! Şikâyetin var mı?" Eyyûb Peygamber: "Yarabbi! Şikâyetim yok, ama kurdun birisi kalbime doğru yaklaştı. Eğer kalbimi parçalarsa sana nasıl muhabbet ederim. Ondan endişe duyuyorum" demiş.
Buradaki kurt, kitabî bir ifâdeyle bir tür tırtıl ya da böcek gibi bir şey olarak düşünülür. Bunun tasavvufçası Eyyûb Peygamber'in başına gelenler, insanlardan çektiği eza ve cefâlardır. Parçalayan kurtlar da ümmetidir.
Mürşid-i kâmile taş kimden gelir? Müritlerin yanlış anlamasından. Onların en çok sakındığı şey, yanlış anlaşılmaktır. Mürşid-i kâmil der ki: "Taş atan bizdendir; attıran bizden değildir."
Hz. Nesimî'nin derisini yüzerlerken ağyar taş atmış; Nesimî'yi tanıyanlardan birisi bir demet gül atmış. Bunu gören Hz. Nesimî: "Yârin gülü ağyarın taşından sert geldi," diye buyurmuş.
Taş atmak, arkasından laf lakırdı etmek yani kötü söz söylemektir. Gerçi onlara kötü söz yapışmaz. Hani derler ya:
"Cami duvanna pislik yapışmaz."
Orası daima berraktır. Atılan sözler, atan kişilere geri gelir. Çok büyük zarar görürler. Çünkü onlar masumdur; ismet sahibidir. Annenin kucağındaki çocuk kadar berrak ve temizdir. Hz. Gaybî, bu gerçeği şöyle ifâde eder:
Mü'min kalbi berrak durur mesken eden Hakk durur
Onların gönüllerini Hak mesken edinmiştir ve gönülleri bulanmayan berrak su gibi şeffaftır. Onlara taş atmak, atan kişi için dünyada en büyük talihsizlik ve bedbahtlıktır. Bu konuda yine Hz. Gaybî'nin sözlerine yer veriyoruz :
Erenlere hor bakma sakın berbad olursun Gönüllerini yıkma sakın berbad olursun
"Derler ki: 'Arştan düşen ölmez, ama gönülden düsen parçalanır.' Hele gönülden düştüğün kişi gönül ehliyse!.. Gönül ehlinin gönlünden düşmek, arştan düşmekten bin kez daha şiddetli ve zordur."
Halvetiyye Şa'bâniyye'nin eğitim zincirinin yedi esma üzerine kurulduğunu ifâde etmiştik. Şimdi bu esmadan ve muhtevasından söz etmeye çalışalım:
"Merdivenin birinci basamağı nefs-i emmâredir. Emmâre ne demektir ve emmâredeki mürit kimdir?
Emmâre nefis, nefsinin arzu ve isteklerine kendini kaptırmış kişidir. Nefsi ne arzu ederse onu yapar. Gönül yıkmak; başkasının elindeki mala, ırza, namusa kötü gözle bakıp ele geçirmek; kendisine emniyet edilmiş mukaddes emâneti yere vurmak; bir devlet malını sû-i istimal etme yani insanlık dışı hal ve hareketlerin dışında bulunmak emmâre nefsin işleridir. Daha kısa bir ifâde ile hayvani bir yaşantıdır.
"Bir kişi, bir başkasına zarar veriyor ve yaptığı kötülükten de haz ve mutluluk duyuyorsa o hayvanî yaşantı içindedir."
Emmâre nefisteki kişi, kötülük yapar ve yaptığı kötülükten haz duyar. Nefsinin kulu olan bu kişiler için kitabımız Kur'ân-ı Kerim'de Allah:
"Ben nefsimin kötülüklerinden beri olamam. Çünkü nefis, muhakkak şiddetle kötülüğü emreder. Ancak Rabbim'in esirgediği nefis müstesnadır. Çünkü Allah gafurdur ve rahimdir." (Yusuf Suresi Ayet 53)
buyurur. Yine Allah (c.c.), Kur'ân-ı Kerîm'de:
"And olsun ki, cin ve insanların çoğu cehennemliktir. Onların kalpleri vardır ki fehm edemezler ve onların gözleri vardır, ama gerçeği göremezler ve onların kulaktan vardır, gerçeği anlayıp idrâk edemezler. İşte onlar aşağılıktır. Belki de onlar, hayvandan daha aşağılıktır. Onlar gaflettedirler." (Araf Suresi Ayet 179) buyurur.
Nefs-i emmârede bulunan kişinin hali budur. Ondan sonra derviş, istiğfar, kelime-i tevhîd diye diye rahmet-i ilâhî, şefâat-i peygamberi ve himmet-i pîrânla nefs-i emmâreden yukan doğru terfi' eder. Burada derviş neden Allah'a istiğfar ediyor, şeklinde bir soru akla gelebilir.
Derviş, geçmişte yaptığı hataları, buna günâh da diyebiliriz, hatırlıyor ve aklı başına geliyor. Dün o günâhları yapıp da zevk alan haz duyan kişi artık bugün onlardan dolayı nedamet duyuyor.' Bu nedametle "Estağfurullah el azîm" diyor. Buna gözyaşı da eklenince terfi' ediyor yani yukarıya çıkıyor. Bu arada derviş, rüyalar görür ve gördüğü rüyaları şeyhine anlatır. Onun gerçek yorumunu yapan şeyh efendi:"Aferin evlâdım, Allah ibâdetlerini kabul ediyor inşallah. Şimdi o yaptığın ibâdete bir isim daha ekliyoruz," der ve "Allah" lafz-ı celîlini verir.
"İnsan, yüksek makamdan gelmiştir."
"Allah da kulundan yanadır. Kulunun elinden tutup yukarıya çıkarmak ister. Çünkü kulun yeri yukarıdadır."
Bu neye benzer? Yeni yürümeye başlayan çocuklar vardır. Emeklemiştir, yavaş yavaş adım atmaya başlamıştır. Anne-baba, çocuğa oyuncak gösterir. Çocuk, bir adım atar. Düşer kalkar bir adım daha atar. Anne, çocuk bir adım daha atsın, bir adım daha atsın, yürüsün diye oyuncağı vermez. Çünkü çocuk, oyuncağı almak için adım atacaktır.
İşte Allah da kullarını çok sevdiği için bize böyle yaklaşımlar getirir ve güzellikler verir. Biz, bu acıyı tatmaya ve günâh gözyaşlarını dökmeye devam ederiz. Gözyaşı her esmada farklıdır. İlk gözyaşı acıdır. Çünkü derviş üzerinden günâhı döker. Sonra o gözyaşı daha değişik lezzetlere girer.
Nefs-i emmârede bulunan insanın hali ve bir mürşid-i kâmile biat ettikten sonra verilen esmanın manâsı üzerinde durmaya çalıştık. Bunu, bir de Şeyhü'l ekber Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri'nin şu güzel ve zengin sözleriyle açıklayalım:
Evvel tevhîd ile mürşid elinden Kurtulasın emmârenin elinden Hemen durma tevhîd getir dilinden Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Yedi sınıflı bir dersin ikinci sınıfına terfi' eden derviş, hayvanî yaşantı olan emmâreden levvâmeye çıkar.
Levvâme, levm kelimesinden alınmıştır. Taşlamak, taş atmak, kendini taşlamak manâlarına gelir. Hacıların kurban kestikten sonra bayramın birinci, ikinci, üçüncü günü şeytan taşlamaları budur. O atılan taşlar, kendi kötülüklerinedir. Hacı, bir bakıma içindeki şeytanı taşlıyordur. Oradaki taşlar, birer semboldür.
"Onlar nefislerine mağlûp olmadılar. Sen de mağlûp olmamak istiyorsan kendi içindeki şeytânı taşla."
Koca şeytan, orta şeytan ve küçük şeytan diye üç tane taş vardır: Koca şeytan Hz. İbrahim (a.s.)'in nefsidir; orta şeytan Hz. Hacer validemizin nefsidir; küçük şeytan da Hz. İsmail (a.s.)'in nefsidir. Çünkü onlar, nefislerine mağlûp olmadılar. Hacı da nefsine mağlûp olmamak için 'daha önce yapmış olduğu hataları, günâhları yani kendindeki şeytanı levm ediyor. Bir başka ifâde ile dün yapıp da hoşlandığı günahlardan bugün çok yüksek seviyede pişmanlık duyuyor: "Ben bunları yapmamalıydım, bunlar bana yakışmazdı," diyerek Allah'a yalvarış ve yakarış içinde niyaz ediyor: "Yarabbi, ben nefsime uydum. Sen, merhamet etmezsen ben bu çıkmazın içinden kurtulamam" diye gözyaşı döküyor.
Allah: "Kulum, geçmişte yaptığı hatalardan nadim oldu, gözyaşı döküp benden afv ve yardım diliyor. Dün beni bilmiyor ve tanımıyordu. Bilmediği ve tanımadığı için de hatalar yaptı; günâhlar işledi. Ötekini berikini vurdu; kırdı; döktü; yanlış yoldan gitti. Ama bugün intiba' geldi ve mütenebbî oldu. Kendini, nefsini suçlamaya başladı," diye kulunun geçmişte yaptığı seyyiâtin, insanlık dışı hal ve hareketlerinin tamamını sevap olarak kaydediyor. Buradan da anlaşılıyor ki, Allah'ın kullarına olan merhameti ve sevgisi sonsuzdur. Kur'ân-ı Kerîm'de ikinci esma ile ilgili olarak Allah Teâlâ:
"Ancak tevbe eden ve îmân edip de sâiih amel işleyen kimse müstesnadır. Çünkü bunların kötülüklerini Allah iyiliğe çevirir. Allah, çok bağışlayıcıdır; çok merhametlidir." (Furkan Suresi Ayet 70) diye buyurur.
Derviş, "illâ men tabe" Allah dedikçe inancı tabi' oldu ve tevbe etti. "ve âmene ve amile amelen sâlihâ" O, iyi ve güzel işler işlemeye devam etti. "fe ülâike" Bunun sonunda o kulun, o yolcunun "yubeddilullâhü seyyiâtihim hasenat ve kânallahu gafurân rahimâ" geçmişte yaptıkları bütün kabahat ve günâhları, Allah yüce merhametiyle iyiliğe ve sevaba tebdîl etti. Ne kadar çirkinlikler varsa aldı ve onların sayısınca güzellik koydu.
Allah'ın merhametinin yüceliğini ve sevgisinin büyüklüğünü anlatmak mümkün değil. Onun kullarına olan sevgisini Hz. Mevlânâ, şöyle dile getirmiş:
"Allah, kullarını o kadar sever ki... Allah kullarını o kadar çok sever ki ve Allah sevdiği kullarına o kadar çok merhametlidir ki... Eğer kullar, Allah'ın kendilerini bu denlü sevdiklerinden haberdâr olsalar yaşlı başlı insanlar, çocuk gibi hoplayarak zıplayarak yürürler. Ama heyhat ki, kullar Allah'ın kendilerini bu kadar sevdiklerinden haberleri yoktur."
Özetleyecek olursak: Derviş ikinci esmada yani levvâmede, istiğfar, salâvât-ı şerife ve tevhide Allah ismini de ilâve eder. Çarşıda, pazarda, evde kısacası her yerde isterse "La ilahe illalah" isterse "Allah" der. Yine rüyalar görür. Kötülüklerden hatta kötülük düşünmekten bile sakınır. Artık çokluktan aza yani vahdete doğru gelir.
"Bak, hep ırmaklar denize doğru gidiyor."
La ilahe illallah'da bir çok harf vardır. Allah'da beş harf vardır. Onun için derviş de kesretten vahdete doğru gitmektedir. Çünkü muvahhid, birlikten başka güç ve varlık olmadığına inanır; kabul eder. Gerçek Allah bilgisiyle donandıkça kemâlata yükselir. Mürşid-i kâmilden duyduğu ledünnî bilgiler gönlüne yerleşir.
Derviş, bu esmada âfâkta ve enfiiste Allah'ın zatî ve subûtî sıfatlarını sezmeye başlar. "Benim bir şeyim yok. Et, kemik ve bir kürek topraktan ibaret olan şu vücûdum, senin aracın ve gerecindir," diyerek kendisinin yokluğunu Hakk'ın varlığını yakîn derecesinde zevk eder. Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de bu gerçeği şu âyet-i kerîmeyle ifâde buyurur:
"Ey habibim de ki Allah birdir ve cümle zerrât o birliğin şahididir." (İhlas Suresi Ayet 1)
Niyâzî Mısrî Hazretleri, bu makamda:
Cümle zerreden gelir zikr-i ene'l Hak nâresi
sözüyle zerrât-ı cihanın "bir" diye, "Hak " diye bağırdığını ve hepsinin tesbihi olduğunu söyler.
Yine ikinci esmayı da İslâm dünyasının en büyük kutuplarından olan Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri'nin sözüyle noktalayalım:
İkincide vardır lafzatullahı Hasenata tebdil eder günâhı Sen anda görürsün sıfatullahı Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Turuk-i 'aliyyede bir mürşid-i kâmile intisap etmeden ikinci esmaya terfi' etmek çok yüksek ahlâk sahibi âlimlerin işidir. Bu da çok nâdirdir. O halde Pîr Sultan Abdal'ın buyurduğu gibi:
Bu yol körün değil; gözlünündür Bu gül hârın değil; bülbülündür Başın daralırca çağır pirini Eğer gelmez ise pîrin değildir
Derviş, buradan üçüncü esma olan mülhimeye terfi' eder. Nefs-i mülhimede nefis, yavaş yavaş tasfiye, teskiye ruh da tecliye olur. İnsanî meziyetlerle dolmaya ve donanmaya başlar. İnsanî meziyetler nedir, diye bir soru akla gelebilir. Cevabımızı, Hz. Peygamber Efendimiz'in bir hadîsiyle açıklamaya çalışalım:
"Allah'ın ve Resûlü'nün ahlakıyla ahlâklanınız"
İnsanî meziyetler, Allah'ın ve Resûlü'nün huyuyla huylanmak; ahlakıyla ahlâklanmaktır. Kinin, ihtirasın, hasedin, münafıklığın ve diğer hayvani huyların yerini güzel huyların almasıdır. Başka bir ifâde ile derviş, ahlâk-ı zemime dediğimiz bu huylardan kurtulur. Bunu yapan tevhidin nurudur. Zira üçüncü esmadaki derviş, istiğfar, salâvât-ı şerîf, kelime-i tevhîd, lafz-ı celâlle birlikte "Hu" ismini de zikreder.
"La ilahe illallah" da harf çoktu. Allah ismine gelince beşe düştü. Hu esmasında tek bir harfe indi. Hu nedir? Zamirdir. Makable râcîdir. Türkçesi, "O, bu, şu" demektir. O Allah... Buna biraz daha açıklık getirelim:
La ilahe illallah kelimesinin sonunda he harfi kalıyor. Bu La ilahe illallahu demektir ve buradaki Hu, hüve yazılır: Hu okunur. O demektir. O Allah... Kendisinden başka olmayan Allah...
Muhammedü'n Resûlullah. Onun için Hz. Muhammed (s.a.v.), Allah'ın zâtına ayna olmuştur. Geçmiş veliyyullahtan Halvetiyye pirlerinden Ahmed Amiş Efendi (k.s.)'ye ulemâdan birisi sormuş:
-Efendim, siz hep vahdetten (birlikten) bahsediyorsunuz, ama kelime-i tevhîdde isneyniyyet (ikilik) yok mu, siz nasıl vahdetçisiniz? dediği zaman o mübarek insan:
-O şudur: "La ilahe illallah hüve Muhammedü'n Resûlallah" tır. Biri zâtı biri sıfatıdır, buyuruyor.
Ancak şu gerçeği de bilmek lâzım ki, Hz. Muhammmed (s.a.v.) Allah'ın kuludur. Burada kulun tanımı, meydana çıkar. Ledünnî manâda kulluk, yokluk demektir.
"Aynadaki suret, yanında giden gölge nasıl ikinci bir varlık olsun!.."
Bu sebepledir ki, Hz. Muhammed (s.a.v.), âyîne-i mücellâ olmuştur. Kütahyalı Ali Nutkî Dede'nin yetiştirdiği Şeyh Galib, bu gerçeği ne güzel ifâde etmiş:
Sen Ahmed-i Mahmud u Muhammed Mustafa'sın Efendim Hakk'tan bize mir'ât-ı mücellâsın Efendim
Burada şunun da bilinmesinde yarar görüyorum. Hz. Peygamber (s.a.v.)'e "Efendimiz" sözcüğünü ilk kullanan ilk büyük insan Şeyh Galib'tir.
"Hu esması bir ateştir; bir aşktır; bir deryadır."
Bu açıklamamızdan sonra "Hu" esmasının bir özelliğini daha değinelim. "Hu" esmasını okurken çok dikkatli olmak lâzımdır. Eğer usulünce okunursa insanın içini yakıverir. Çünkü o, bir ateştir. O halde nasıl okumalıyız? Ağız açık olmalı, dilin ucu üst dişlerin dibine yapışıp göbekten "Hu" diye okunmalıdır.
Bununla ilgili başımdan geçen bir hâdiseyi sizlere bir ışık, bir tavsiye olması için anlatmayı uygun buluyorum:
Dervişlik yıllarımda "Hu" esmasına çok önem verirdim. Bir gün yanık kokuları duymaya başladım. Başka bir yere gidiyorum, orada da o yanık kokusu var. Bu yangın benimle mi devam ediyor? Oradan kalkıyorum; yüz metre ileriye gidiyorum orada da o yanık var, dedim. Sonra Kütahya'nın yetiştirdiği büyük insan Nuri Elifoğlu'na gittim :
Efendim, bir mâruzâtım var, dedim. Tebessüm ederek:
-Nedir, Hafiz Efendi?
-Malûmunuz. Her nereye gidersem bir yanık kokusu duyuyorum ve o da benimle beraber geliyor, dedim.
O tatlı gülüşüyle güldü:
-Oğlum, o senin içinden geliyor. İçin yanıyor, dedi.
Bu makamda Niyazi Mısri Hazretleri'nin şu güzel sözünü söylemek lâzım:
Aşkın kime yâr olur dâim işi zar olur Akar gözünün yaşı yanar içi nâr olur
Allah sevgisinin bir zerresi, her kimin gönlüne düştüyse o bütün vücûdu istilâ ve işgal eder. Zira aşk kelimesi, bize Selçuklular zamanında Farsça'dan gelmiştir. Fars kökenli olan bu kelime, Farsça'da "Işk" olup "Sarmaşık bitkisi" demektir.
"Sarmaşık bitkisini diktiğin zaman o binayı nasıl çok kısa zamanda kuşatıp kapsarsa aşkın bir zerresi de insan denilen âbide-i ilâhîyenin gönlfine düşünce bütün vücûdu yakar tutuşturur."
Aşkın bir zerresi, bir anda hücreleri tutuşturuverir. Onun için Selçuklular, ışk olarak aldıkları kelimenin telefruzunu daha da güçlendirmişler ve aşk demişler. Aşkın Arapça'sı muhabbettir. Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Allah onlan sevdi; onlar da Allah'ı sevdi."(Maide Suresi Ayet 54)
"İmân edenlerin Allah'a sevgileri, muhabbetleri çok şiddetlidir." (Bakara Suresi Ayet 165)
buyrulur.
Burada "Eşeddü" kelimesi kullanılmış. Herkes îmân ettik, dediğine göre herkesin Allah'a muhabbeti yüksek mi? Hayır. Burada îmânın üç derecesi olduğunu anlamak ve idrâk etmek lâzım:
1. Avamın îmânı: Bu îmân dilin ucundadır. 2. Havassın îmânı: Daha yukarı seviyede inançtır. 3. Ehassın îmânı: Peygamberler'in özellikle başta Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ve peşi sıra gelen evliyâullahın îmânıdır ki buna kâmil îmân denir.
"Ahvâl ve şerait ne olursa olsun ehlullahın îmânı ve muhabbeti çok şiddetlidir."
Ehassın yani peygamberlerin ehlullahın îmânı, kanının her katresine canının her zerresine bütün hücrelerine işlemiş bir inançtır. Bu inanca sahip olan kişi, tefrik ve temyiz kabiliyetine sahiptir. Bu îmân hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, acıyı tatlıdan, küfrü îmândan ayıran bir îmândır.
İşte bu âyet-i kerimede: "İnananların Allah'a muhabbetleri çok şiddetlidir" derken Cenâb-ı Hak, yüksek derecedeki îmânı yani ehlullahın îmânını kasteder. Yoksa kişi, dilinin ucundaki îmânla îmân etmiş olmaz. Onun kanıtı var. Zira Allah, "Sizi, îmân ettim demenize bırakmam. Sizi sınarım ve ne derece îmân ettiğinizi anlamak isterim," diye buyurur.
"İmânınız, sonbaharda yaprağını dökmeyen çam, şimşir, zeytin gibi kışın soğuğuna, yazın sıcağına tahammül eden ağaçlar misâli olsun."
Allah nasıl sınar ve inancımızın varlığını yokluğunu nasıl anlar? Başımıza gelen celâli olaylar karşısındaki teslimiyetimizle anlaşılır. Kahır da lütuf da Hak'tan gelir. Olayın ilk anında: "Yarabbi sendendir," deyip tahammül etmemiz lâzım. İşte "habl-i metin îmân" budur. Bu makamda Yunus'un sözü kayda değerdir:
Ey padişah-ı lemyezel ey kadir u hayy u ezel Ey lütfü çok kahrı güzel lütfun da hoş kahrın da hoş Hoştur bana senden gelen ya gül çiçek yahut diken Ya libâstır yahut kefen Iütfun da hoş kahrın da hoş
Kahır ve lütfü hoş görebilen insanın îmânı îmân-ı kâmildir. Velhasıl îmân ve İslâm ancak teslimiyet demektir. Yine bu makamda Niyâzî Mısrî Hazretleri:
Kahr u lütfu şey-i vahid bilmeyen çekti azâb Ol azâbtan kurtulup sultân olan anlar bizi
buyurur.
Bunun ikisinin de bir ve Allah'tan olduğunu bilmeyen azap çeker. İkisinin bir olduğunu anlayıp o azaptan kurtulan sultanlar ariflerdir. Onlar, Hakk'ı bilenlerdir.
Üçüncü esmanın hikmetini teferruatlı bir şekilde işledikten sonra bunun özünü kısaca şu şekilde ifâde etmeye çalışalım:
Usûlüne riâyet ederek kalbin üstüne okunan "Hu" ismi, dervişe çok büyük aşk ve muhabbet temîn eder; yanıklık verir. Böylece derviş kesretten vahdete iner ve gönlü yanar. Çünkü "Hu" mazhar-ı külldür. O heptir. Allah nedir? Allahu Allah, Allah külldür. "Allahu halûku külli şeyin" dir. Hu esmasına devam etmekle bunun zevki nereye varır? Bunu da yine Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri'nin dörtlüğüyle ifâde edelim:
Üçüncü Hüvallah dersin okur Garip bülbül gibi durmayıp şakır Kendi vücûdunda bula gör Hakk'ı Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Hu esması, uzun yıllar sürer. Yolumuzun büyüklerinden Uşaklı Hacı Ali Rıza Efendi Azîz (k.s.)'in otuz senede bu esmayı geçtiği söylenir. Ben, on sekiz senede geçtim. Onun otuz benim on sekiz ya da bir başkasının daha az zamanda geçmesi bir fevkalâdelik değildir. Bu, zaman ve tecelliyât işidir. Zira her vücûtta ilâhî bir tecellî vardır. Bu, Hakk'ın şuûnudur yani şuûnât-ı ilâhîdir.
Bu gerçeği, Niyâzî Mısrî Hazretleri şu güzel sözleriyle ifâde etmiştir:
Gir sema'a zikr ile gel yane yane Hu deyu Er sefâ-yı aşk-ı Hakk'a yane yane Hu deyu
Hep erenler Hu ile kaldırdılar can perdesin Açtılar gözlerin andan yane yane Hu deyu
Gördüler Hu kaplamış hep on sekiz bin âlemi Feyz alırlar cümle Hu'dan yane yane Hu deyu
Zât-ı Hakk'ı buldular buluştular bu Hu ile Dost göründü her taraftan yane yane Hu deyu
Ey Niyâzî gönlüne âşıkların hikmet dolar Kuntu kenzin haznesinden yane yane Hu deyu
Dördüncü makam mutmainnedir.. Derviş, bu makamda "Hak" esmasını okur. "Hak" esması, "Mutu" sırrıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), hadîs-i şeriflerinde:
''Ölmezden evvel ölünüz."
buyurur.
Bu esmanın sırları bunu içerir. Ölmezden evvel ölmek ne demektir? İnsanlar, doğuştan kanında, gelişinde hayvanı huylan taşırlar. Bu hayvani huylar, bize yediğimiz besinler vasıtasıyla geçer. Dananın etini ya da koyunun etini yeriz. Dananın etini yiyene dananın huyu, koyunun etini yiyene koyunun huyu, devenin etini yiyene devenin huyu geçer. Rahm-ı maderden başlayarak anne sütüyle beraber bu huylar insana geçer. Bu, dünya atmosferinin gereği olarak insanda vardır. Batılı bir yazar Carilla bu konuyu şöyle ifâde etmiştir:
"Her insan, istiridyeden file varıncaya kadar bir hayvanın huyunu taşır."
Mutu sırrı, bu hayvani huylardan tamamen arınıp durulmak, insanî ya da ilâhî huylarla yani Allah'ın ve Resûlü'nün huyuyla huylanmaktır. Bu makamda derviş, "Hak" ismini okudukça Hak esmasının manâsı dervişin zevki ve hazzı olur. Vücûdunun bütün hücreleri, diliyle beraber Hak demeye başlar.
İnsanın "La ilahe illallah, Allah, Hû, Hak" diyen sadece ağzındaki dili olmaz. O, önce dille başlar, fakat ilerledikçe hücreler uyanır. Zira insanda trilyonlarca hücre vardır ve bunların hepsi uyku halindedir. Bunu, şuna benzetebiliriz: On beş milyon nüfuslu İstanbul'u düşünün. Gece kibrit kutusu gibi üst üste dizilmiş olan sekiz on katlı apartmanlardaki milyonlarca insan uykudadır. Uykudaki insan canlıdır. Çünkü nefes alıp verir, fakat uyku halindedir. Bu saydığımız on beş milyonluk İstanbul şehri gibi hücreler de uykudadır. Hz. Peygamber Efendimiz,hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurur:
"İnsanlar uykudadır; öldükleri zaman uyanırlar."
İşte Hak esması, bu uyuyan hücreleri uyarır. Uyanan hücreler de Allah'ı zikretmeye başlar. O zaman "Hak" esmasında dervişin sadece ağzındaki dili değil; bütün hücreleri zikirdedir. Kan, yağ, kemik, sinir, damar v.s. hepsiyle beraber trilyonlarca hücre zikirdedir. Buna tasavvufta "Zikr-i daimî" derler. Artık o uyurken de, ayakta iken de zikirdedir. Kur'ân-ı Kerîm'de bununla ilgili olarak şu âyet-i kerîmede:
"Sağ duyulu o kimseler ki, ayakta iken, otururken ve yanlan üzerine yatarlarken de Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında Allah'ın varlığını isbât için iyice düşünürler ve söyle derler: 'Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen bâtıl şey yaratmaktan münezzehsin. Artık bizi cehennem ateşinden koru." (Alimran Suresi Ayet 191) buyrulur.
O, bu zikrullahı yirmi dört saat yapar.
Gönül, manâ bahrinin, tevhîd okyanusunun zevkinin ve şevkinin içine girince azalar dil oldu. Önce ağızdaki dille Allah derken sonra dil tutuluverdi. Bir de baktık ve gördük ki, bütün azalar dil olmuş ve hepsi "Allah, illallah, Hu" diyor.
Buradaki dilin tutulması büyük bir hayranlık ve mestlik, yüksek bir coşku ve tefekkürün içine girmek manâsındadır. O, sonunda vücûdunu oluşturan hücrelerin hepsinin Allah dediğini işitiyor.
Hak esması ile ilgili bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
"Ey itminan bulmuş nefis!" (Fecr Suresi ayet 27)
İtminan, tatmin olmuş yani Allah'ın her zerre üzerinde gerek âfâkta gerek enfuste varlığını ve birliğini zevk etmiş, idrâk gözüyle görmüş demektir. Neyle görmüş? İdrâk gözüyle.
"Herkesin gözü vardır, ama bir göz vardır ki, bu idrâk edebilme gözüdür."
Dervişin bu makamda gördüğü eşya, dışarıdaki insanın gördüğü eşyanın aynısıdır. Ancak arada görüş farkı vardır. O da dağı, taşı, suyu, yeri, göğü görür. Arif de bu makamda dağı, taşı, suyu, yeri, göğü görür, ama yerin ve göğün ne olduğunu idrâk eder.
"Bir bakış vardır sadece bakmış olmak içindir, ama bir bakış daha vardır ki o görmek içindir."
Kur'ân-ı Kerîm'de bu bakış sahiplerine ulü'l ebsâr yani yüksek görüş sahipleri denir. Yine bu makamda dervişe Allah'ın bütün eşya üzerinde varlığı ve birliği olduğu ayan olur. Şekk. şüphe ve tereddüd biter. Neden? Çünkü müşahede vaki' oldu ve o her zerreden onu gördü.
"Bir insan, bir şeyi görmeden o konu hakkında sükûn ve huzura kavuşamaz. Kavuşamadığı gibi şekk ve tereddütünü izâle edemez."
Onun için görme "Hak" esmasında olur. Buradaki görme deyimi, yüksek idrâk ve sezgi demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de:
"..... halbuki O (c.c.) idrâk gözüyle görür." (Enam Suresi Ayet 103)
Ayetiyle ifâde edilmiştir. Bir başka deyimle buna "Basiret gözü" de diyebiliriz. Artık derviş, Allah'ın bütün esrarını kendinde bulur.
Bu makamda Hallâc-ı Mansûr, "Ene'l Hak" yani "Ben Hakk'ım" dedi. O, bu sözü söylediği için asırlar evvel onun başını kestiler. Şer'îat, o makamda onu yapmakta haklıdır ve bunu icâp ettirir. Nitekim Hallâc-ı Mansûr, farka geldiği zaman: "Bu söz şer'îate mugayyirdir. O halde ne duruyorsunuz ve başımı almıyorsunuz," diye kendisi teklifte bulundu. Bu konuda Hz. Mevlânâ şöyle buyurur:
Mansûr "Ene'l Hakk" dedi Mansûr değil "Hakk" dedi
O sözü yani "Hak" sözünü söyleyen Hak kendisi oldu. Bu gerçeği de şu misâlle açıklayabiliriz. Bir metal parçası ateşin içinde uzun bir süre durunca aynı ateş olur. O metali, içinde bulunduğu ateşten ayrı göremezsiniz. Ancak o metal, ateşten alınıp kenara bırakılınca soğur ve tekrar metal olur.
Mansûr'un "Ene'l Hak" demesi ise metalin ateş olduğu makamdır. Soğuduğu, Mansûr farka avdet ettiği zaman, şer'iat devreye girmiştir.
Metal, kırmızı kor olduğunda kendisinde metallik kalmamıştır. Mansûr "Ene'l Hak" dediği zaman ilâhî cezbe ve makam itibariyle doğru söylemiştir. Bu söz, Mansûr'un bulunduğu durumun gereği ve gerçeğidir.
Mevlânâ Hazretleri, yine buyurur ki: "Ene'l Hak" demek mahviyettir; tevâzu'dur" Peki Hallâc-ı Mansûr, "Ene'l Hak" demeseydi de batıl mı deseydi. Batıl olan ne var? "Her şey olupdurur Hakk, yolu yanılma ahmak" diye bir kâmil sözü vardır. Evet... Her şey Hak'tır. Bu varlık, görünen görünmeyen her şey Hakk'ın tezahürüdür. Ancak Hak, kendi kendini gizlemiştir.
Mü'minleri âlâda bakîleri tubâda Her sırları eşyada pinhân eden Allah'ım
Mansûr, bu gizliliğin farkına vardığı zaman "Ene'l Hak" demiştir. Yalnız Mansûr mu demiştir? Hayır... Bütün veliyyullah, bu makama uğrar ve bu makamdan geçer. Hepsinin alenen "Ene'l Hak" demesi gerekmez. Bu, Allah'la kendi arasında bir manâ hazzı ve zevkidir. Zaten dili dese de demese de onun bütün hücreleri bunu söyler. Bu gerçeği Niyâzî Mısrî Hazretleri şöyle ifâde etmiştir:
Cümle azadan gelir zikr-i ene'l Hak nâresi Katremin içinde ummânımdır Allah Hû diyen
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri nutk-ı şeriflerinde bunu söylüyor:
Dördüncü makama nail olasın Ene'l Hakk sırrını canda bulasın Sen ölmezden evvel anda ölesin Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Dördüncü makama eriştin ve "Ene'l Hak" sırrını yani Allah'ın bütün azamet ve kudretini, esrar hazinesini canda bulursun. Çünkü insan, "Sırru'l esrar" yani sırların sırrıdır. Başka bir deyişle sırların pinhân olduğu varlıktır. Onun için eşref-i mahlûkattır ve zirvededir.
Özetleyecek olursak: Derviş, Hak esmasında "Mutu" sımyla ölmüştür. Artık dervişin elinden tutan, gözünden gören, dilinden konuşan, bütün uzuvlanndan tasarruf eden Hak olur. Kendisi yok Hak vardır. Bu makamda derviş, Hakk'ı izhâr eder ve Hak'la bütünleşir. Buna tasavvuf deyimiyle "Fenâfîllah" yani Allah'ta fânî olmak denir.
"Bir bardak suyu, denize dökersen bardaktaki su kaybolur amma o su, deniz olur."
Teşbihte hata olmaz. Hakk'ın kendisini bir derya, dervişi de bu deryadan bir katreye teşbih edersek, o bir bardak suyu denize dökmekle o su, deniz olduğu gibi derviş de Hak esmasında Hak'la bütünleşir ve kendisine ait bir varlığı kalmaz. Kendisini ayne'l yakînle bilmiştir. Nitekim Allah üç türlü bilinir:
1. İlme'l yakîn: İşitmekle bilmek 2. Ayne'l yakîn: Görmekle bilmek 3. Hakk'al yakîn: Olmakla bilmek
Hak esmasında derviş, ayne'l yakînle bilmiştir yani görgü tanığıdır. Gördüğü ile gören aynıdır. Gören de görünen de Hak'tır. Artık onun ayrı bir vücûdu kalmamıştır.
"Çeşitli cam kaplara suyu doldurduğun zaman onu soğuk bir yere koyarsan kapların içindeki su donar ve buz olur. Buzun ise kendisine ait bir vücudu yoktur. Buzun aslı sudur."
Su, her kaba girme ve her girdiği kabın hem rengini hem şeklini alma istidâdındadır. Çünkü su asıldır. Buz olsa da olmasa da su vardır Buz, suyun soğuk bir tabakada donmuş halidir.
Derviş, Hak esmasında buzun donunun çözüldüğü ve aslı olan suya kavuşması gibidir. Artık onun kendi vücûdu kalmamıştır. Su, suya karışmıştır. Onun dilinden söyleyen, kulağından işiten, gözünden gören, bütün azalarından tasarruf eden Allah'tır. Bu gerçeği bir hadîs-i kudsîde Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Kulum bana farz ve nafile ibâdetlerle yaklasa yaklasa, işin sonunda kulumun elinden tutan, gözünden gören, dilinden konuşan ben olurum ve ben o kulumun gönlünden diline hikmet pınarları akıtırım."
Bir kâmil insan gördün ve onun sohbetindesin. O, saatlerce konuşuyor. Bitmiyor, üşenmiyor, usanmıyor, şarıl şanl, gürül gürül akıyor. Selsebil. Doyumsuz. Dinleyenler mest oluyor. Herkes feyz alıyor. İşte bu kulun gönlünden diline hikmet pınarları akmaktadır. Hikmet pınan muhabbetullahtır. Hak konuştuğu için doyumsuzdur.
"Neyden üfleyen neyzen olduğu gibi Hak esmasına erişen dervişin dilinden konuşan da Hak'tır."
Dışarıdan bakan o kişiyi görür. Yoksa peygamberlerle, velîlerin şu insanlardan fizikî farkları yoktur. Onlar da etten ve kemiktendir. Onlar da yerler, içerler. Onlar da evlenir barklanırlar. Onlar da ticâret yaparlar, sanatla uğraşırlar. Hz. Peygamber Efendimiz, Mekke şehrinde nübüvvetini ilân ettiği zaman Mekke müşrikleri hatta çok yakın akrabaları:
-Biz yiyip içiyoruz o da yiyip içiyor. Biz evleniyoruz o da evleniyor. Biz ticâret yapıyoruz o da yapıyor. Bu nasıl peygamber? dediler.
"Onlar, insanı tanımadıkları ve peygamberliği fizikî yapıda aradıkları için bu sözü söylediler. Peki, peygamber insandan olmaz da deveden, filden mi olur? Yaratıklar içinde insandan büyük var mı?"
Peygamberlik ve velilik gönül işidir. O gönüldedir. Çünkü Allah yere göğe sığmaz. Bir hadîs-i kudsîde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"Yer ve gök beni istiâb edemedi. İnanmış kulumun gönlüne tecelli kıldım."
Burada Allah'ın gönlüne tecellî kıldığı müminin kim olduğunu anlatmak gerekir. O mümin insân-ı kâmildir. Çünkü onun îmânı yüksek derecededir. Bu da şu demektir. Allah, îmân-ı kâmil olan kişinin gönlüne tecellî kılar. Tecellînin de ne olduğunu anlamak lâzım. Tecellî doğuştur. Gönüldeki tulû'âttır. Buna Bektaşîler, "Doğan Baba" derler. Allah tecellî kılıyor ve konuşuyor. Hatta şunun altını çizerek söylemek gerekir tecelliden murat muhabbetullahtır.
Kur'ân-ı Kerîm tecelliyât değil midir? Yukarıda matbaa vardı, gökyüzünde basıldı, yukarıdan aşağıya Cebrail (a. s.) alıp Hz. Muhammed (s.a.v)'e mi götürdü? Hayır.. Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in gönlüne tecellî kıldı. Başka bir ifâde ile bu tecellî, Hz. Peygamber' de vahiy olarak zuhur etti.
Burada Cebrail (a.s.)'in aracılığı var. Bu durumda Cebrail (a.s.)'in de tanımını yapmak lâzım. Bu neye benzer? Akla benzer. Öyle mi? Her şey akılla halledilmiyor mu? Bir de tecellîyâta mazhar olmuş akıl düşünün!... O akıl ki peygamberlerin ve velîlerin aklıdır. Buna ehlullah "Akl-ı meâd" ya da "Akl-ı selim" demiş. Bu akıl, oluşumu, evveliyatı ve sonu düşünen akıldır. Kur'ân'da bu akıl sahipleri için "Kalb-i selim" diye bahsi geçer.
"Ancak Allah'a halis ve pak bir kalp ile varan müstesna." (Şuara Suresi Ayet 89)
Onun için peygamberliği ve velîliği fizikî yapıda arayanlar yanıldılar Çünkü onlar, peygamberliği ve velîliği yanlış yerde aradılar. Zira insan kelimesi ile âdem kelimesi birbirinden farklıdır. İnsan, şu fizikî yapının adıdır. Bir misâl vermek gerekirse: Balonu şişirir, ağzını bağlar, bırakırsın. Balon yukarı doğru çıkar. Hava onun içinde saklanmıştır. Balonun içindeki havayı âdem dersek, balonun kendisi yani oksijeni muhafaza eden balon da insandır.
İnsan, Allah'ın esrarını taşıyor. O, Allah'ın zâtının mazhandır Yalnız zâtının değil; ef âlinin, esmasının, asarının ve bütün sıfatlarının mazhandır. Hepsi insanda tecemmu' etmiştir. Çünkü bu sıfatların hepsi, Allah'ın bizatihi kendisine aittir. Bunların hepsinin toplandığı yer de insandır; şu fizikî yapıdır. Peygemberlik ve velîlik bu fizikî yapıda değil; bu yapının içindeki gönüldedir. Gönül, manâ için vardır. Manâ yoksa o gönle, gönül denmez.
"Kalp dediğin nedir ki, kanı pompalayan kan devrini vücûtta oluşturan bir uzuv. Bir et parçası. O kalp, tavşanda da var."
Ehl-i dil, ehl-i manâ, ehl-i gönül sözleri de bunun için söylenmiştir. Dîvânlarda da hep gönülden söz edilmiştir:
Ey gönlümün şehrinde cevlân eden Allah'ım Dil köşkünün tahtında seyrân eden Allah'ım
Niyâzî Dîvânı'nda, gönül için şöyle bir ifâde kullanılmıştır:
Ey gönül gel Hakk'a giden râhı bul Ehl-i derd olup derûnî âhı bul Canın ilindeki şems ü mâhı bul
Âdem isen semme vechullahı bul Kande baksan ol güzel Allah'ı bul
Beşinci makam "Radıyye" dir. Derviş, bu makamda gönülden, bütün hücreleri titreyerek "Hayy" ismini okur. Hatta onu okumak, tırnaktan saça kadar insanı titretir. Bu, durgun suya taş atmak gibidir. Onu hareketlendirir. Artık ona hayât-ı cavidân yani ölümsüzlük gelmiştir. Her ne kadar zamanın birisinde fizikî yapı olarak beşeriyet ölürse de o, ruhen ölümsüzdür. Bir kâmilin sözünde bu gerçek ne güzel ifâde edilir:
Hayât-ı cavidânı şeyh-i kâmilden suâl ettim Ölümden evvel ölmektir deyince intikâl ettim
Mutu sırrı, dördüncü esmada başladı ve derviş, hayât-ı ebedîye yani ölümsüzlük sahibi oldu. Çünkü onun ölen tarafı sadece eti ve kemiğidir. O bile asırlarca toprakta çürümez. Toprak, onu misafir eder.
"Nasıl ki, padişahların elbiseleri, kılıçlan senelerce müzelerde saklanıyorsa ehlullahın vücûdunu da toprak saklar. Çünkü onun vücûdu, nur olmuştur ve o vücût İsm-i Azam'dır."
Ehlullahın vücûdu pastırma gibi sener, ama dağılıp parçalanmaz ve çürümez. Niye bu böyle olur denirse cevabımız söyle olur: Onlar, Allah'ın "Hayy" ismiyle hayatiyet kazanmıştır. O nur olan vücûd-ı şerif, asırlar sonra toprağa karışır ve aslına rücû eder.
Bu makamda, dervişe farz ile sünnet cem olur. Farz Allah'ın emri, sünnet Hz. Peygamber'in emridir. Ancak derviş, bu makamda ikisini bir görür. Sünneti de farz ağırlığını verir yani sünneti de farz edasıyla ifâ eder. Çünkü ona göre ikisi de aynı şey olmuştur. Biri zâtı, biri sıfatıdır. İkisi tevhîd olmuştur. Bu konuyu, ancak bu kadar açıklık getiriyorum. Daha fazlasını arif olanlar idrâk ederler.
Yine bu makamda derviş, Allah'ın hikmetlerini görür. Ne kadar? Nice binini. İşte bütün mesele de bu hikmetleri anlayıp idrâk etmektir. Zira Allah'ın her işinde hikmet vardır. Bu, bize ters gelebilir düz gelebilir. Kabul ederiz ya da red ederiz, ama beşinci makama erişen dervişin nazarında abes hiçbir şey yoktur ve her şey ilahî takdirin tezahürüdür. O, hiçbir şeye müdâhale etmez ve dil uzatmaz. Bunu beğendim, onu beğenmedim demez. Çünkü bu makamda dervişin kendine ait bir vücûdu kalmamıştır.
"Şuûnât-ı ilahîye, Allah'ın kabza-i kudretindedir. Allah, murat etmeden ne bir yaprak kımıldar ne kimse bir harf konuşur ne de kimse kimseye bir şey yapabilir."
Bu makamda derviş, bunların hepsinin murâd-ı ilahîye olduğunun idrâkına arif ve agâh olduğu için artık dilini uzatmaz. Hâdiselerin içini açıp hikmetlerini görmeye başlar. Bir hikmetin içinde binlerce hatta yüz binlerce hikmet olduğunun bilincine erişir ve zevk eder. Nitekim Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri yedi esma ile ilgili nutk-ı şerifinde:
Sen anda görürsün nice bin hikmet
diyerek bu gerçeği ifâde eder. Bu durumda beşinci esma dervişinin yapacağı tek şey kalmıştır. Temaşa...
Bu makamdaki derviş, seyrân sahibidir ve gönül penceresinden seyre dalmıştır. Her hikmeti gördükçe, sezdikçe, zevk ettikçe içindeki meserret, mutluluk, aşk, sevk, tecellîyât bâd-ı sabâ (sabah yeli) gibi güzel esintiden kokular verir.
Beşinci makamın manâsını bir de Muhyiddîn-i Arabî Haztretleri'nin sözleriyle özetleyelim:
Beşinci makam makâm-ı hayât Anda cem olur farz ile sünnet Sen anda görürsün nice bin hikmet Erişir canına feyz-i Huda'nın
Altıncı esmada derviş, "Kayyum" ismini okur. "Ya Kayyum. Ya Kayyum..." O, bu makamda velîlerin sırrına vakıf olur. Çünkü kendisi de velîdir. Dördüncü makam bitince o dervişe vilâyet geldiğinden -daha evvelden de o, velîydi. Ancak onda da tekâmül olduğundan ve bu zevkin ve hazzın sınırı olmadığından o derviş- zevk içinde zevk, şevk içinde şevk yaşar.
İlahî sırları anlatma konusunda kâmiller, genel olarak ketum davranmışlardır. Kütahyalı Gaybî Sun'ullah Efendi, bu konuyu şöyle ifâde buyurmuştur:
Râz-ı tevhidi bunlar çün açmadılar âleme Esrâr-ı Hakk cümle halktan daima mestur olur
Yine bu konuda ehl-i kemâlin güzel bir ifâdesi vardır: "Emâneti ehil olana vermek ehline sadakattir. Emâneti ehil olmayana vermek ise emânete ihanettir."
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri'nin altıncı esma ile ilgili olarak söylediği dörtlük şudur:
Gel gör imdi altıncının halini Erersin sen evliyanın sırrını Dalarsın sen âb u hayât gölüne Erişir canına feyz-i Huda'nın
Onun için velîlerin sırrını anlatmaya benim ne zamanım ne gücüm yeter. Bu çok zor bir iştir. O, esrâr-ı ilahîyedir. Bu konuyla ilgili olarak şöyle bir kâmil sözü vardır:
"Esrâr-ı Hakk dile gelse tutar cihanı velvele"
Esrâr-ı Hak, bütün çıplaklığıyla ifâde denilen sözün içine sığsa bütün cihanı velvele tutar. Bu makamda Hz. Peygamber Efendimiz'in bir hadîs-i şerifi vardır:
"Allah'ın bütün esrarını ben size anlatırsam siz beni inkâr edersiniz."
Onun için onların sırlarım Allah takdîs etmiştir ve varisü'l enbiyâ olan velîleri için: "Onlar, benim dostlarım; gelinlerim," buyurmuştur.
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri, yedinci esmayı şu güzel sözleriyle açıklamıştır:
Yedinci Kahhar'dır vahidü'l Kahhar Kaldırır perdeyi kalmadı ağyar Zâtına tecellî eylemiş ol yâr Erişir canına feyz-i Huda'nın
Yedinci esmada "Kahhar" ism-i şerifi, dervişe telkin edilir. Ancak geçmiş sohbetlerimizde de ifâde ettiğimiz gibi "Kahhar" ism-i şerifi, Allah'ın zâtına aittir. Esma olarak dervişe verilir, fakat okunmaz.
Kul ile Allah arasında var olan yetmiş bin hicap raf olur. Tevhidin nuru hicapları yakar. Bu gerçeği, Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri, şu güzel sözleriyle ifâde etmiştir:
Bayramım imdi bayramım imdi Yâr ile bayram kılarlar şimdi Hamd ü senalar hamd ü senalar Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm
Bayram sevinç ve vuslat demektir. Derviş, gerçek manâda sevince, sürura, hazza ve manevî zevke kavuşmuştur. Hicâblardan kurtulmuştur.
Bu yaklaşımlar, sözle bu kadar ifâde edilebilir. Zira söz (harf-i savt), esrâr-ı ilahiyi anlatmada aciz kalmıştır. Hz. Mevlânâ, Mesnevi, Fîhi Mâ Fih, Dîvân-ı Kebîr ve ciltler dolusu daha birçok eser yazarak "Ademiyyet esrarını" anlatmaya çalışmıştır. Sonunda bitmediğini ve bir o kadar, yine bir o kadar eserler de yazsa bitmeyeceğini yüksek idrâk ve sezgi ile anlayınca ağzına fermuarı çekmiş ve bundan sonrası "Semâ ve raks" demiştir.
Bu konuda yüzlerce kâmiller tarafından yazılanlar ve söylenilenler, söylenemiyen ve yazılamıyanların yanında küçük kalmıştır.
"Tevfık Allah'tandır."
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri, son dörtlüğünde:
Gel gör imdi Muhyiddîn-i Arabi Arttı günden güne âh ile zarı Sen ayan görürsen ol ulu Allah'ı Erişir canına feyz-i Hûda'nın
diye buyurur.
Bu nutk-ı şerifinde açıklamaları önceki sayfalarda alabildiğince ifâde edilmiştir. Doğrusunu Allah bilir.
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri'nin daha evvel her esmada zikredilen ve yedi esmayı en güzel ve en bariz şekliyle ifâde eden nutk-ı şerifini toplu bir şekilde tekrar verelim:
Evvel tevhîd ile mürşid elinden Kurtulasın emmârenin elinden Hemen durma tevhîd getir dilinden Erişir canına feyz-i Hûda'nın
İkinci de vardır lafzatullahı Hasenata tebdil eder günâhı Sen anda görürsün sıfattullahı Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Üçüncü Hüvallah dersin okur Garip bülbül gibi durmayıp şakır Kendi vücûdunda bula gör Hakkı Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Dördüncü makama nail olasın Ene'I Hakk sırrını canda bulasın Sen ölmezden evvel anda ölesin Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Beşinci makam makâm-ı hayât Anda cem' olur farz ile sünnet Sen anda görürsün nice bin hikmet Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Gel gör imdi altıncının halini Erersin sen evliyanın sırrını Dalarsın sen âb u hayât gölüne Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Yedinci Kahhar'dır vahidü'l Kahhar Kaldırır perdeyi kalmadı ağyar Zâtına tecellî eylemiş ol yâr Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Gel gör imdi Muhyiddîn-i Arabî Arttı günden güne âh ile zarı Sen ayan görürsün ol ulu Allah'ı Erişir canına feyz-i Hûda'nın
Halvetiyye Tarikatı'nda müride istidadı nisbetinde mürşid-i kâmil tarafından telkin edilen esmanın yediye çıkarılışı, Hz. Pîr'in kendi neşesinden olmuştur. Bu yediye çıkarılışta, birçok hikmetler bulunduğunu şu hususları hatırladığımızda daha iyi kavrayabiliriz.
Fatiha Sûresi, Besmele'yle beraber yedi âyet olduğu ve yedi rakamı uhrevî âlemde birçok güzelliklere işaret ve ifâde ettiği için yediye çıkarılmıştır. Başka bir hikmeti de insanın başında ki iki kulak, iki göz, iki burun, bir ağız yedi deliği ifâde eder. Yine renklerin aslının da yedi olduğu söylenir. Yediler diye bilinen ebdâl sınıfının âlemde varlığı şüphesizdir. Bunlara "Ebdâl-i ilahî" de denir. Göğün ve yerin yedi kat olması. Hz. Mevlânâ'nın da kamışa yedi delik açmasının bu hikmetlerle ilgili olduğu söylenebilir.
Mevlânâ Hazretleri, o yedi delikli neyle kendini anlatmak istemiştir. Zira ney sesi, enstrümanlar içinde insan sesine en yakın olanıdır. Sadece bir kamışken içi boşaltılmış; üzerine yedi delik açılmıştır. Bununla Hz. Mevlânâ, ehlullahı anlatmak istemiş ve şunları söylemiştir:
"Dervişin ney gibi içi boşalmıştır. Safiyyeye erişmiş; nefis engelini aşmış ve Allah'ın razı olduğu kul olmuştur. Onun için ney'den üfleyen neyzen olduğu gibi Allah da ney misâli boşalan insân-ı kâmilden konuşan olmuştur."
"Ney, neyzenin esrarını terennüm eder. İnsân-ı kâmil de Allah'ın esrarını terennüm eder ki, o sır insanın kendisindedir."
Konuyu yine Hz. Mevlânâ'nın sözüyle noktalayalım:
"Her kim dilerse konuşmak Allah ile sohbet eylesin ehlullah ile."
Burada edindiğimiz bilgilerin ışığında zikir konusunda şu bilgileri kısaca sizlere sunabiliriz: Halvetiyye Tarîkatı'nda yapılan zikre "darb-ı esma" ya da "darb-ı zikir" denir. Toplu zikirlerde şeyh efendinin idaresinde ayakta ve kısmen oturarak devrân yapılır. Bir başka deyimle buna "Halvetiyye Semaı" denir.
|