Rahman ve Rahim Tanrı adiyle
Bu faydası en ulu olan en güzel konağa dördüncü göçtür.Bahçeler nasıl gök gürleyince sevinir,gözler nasıl uykuyla uzlaşırsa bunu görünce de arifleringönülleri öyle neşelenir.Rubların huzuru,bedenlerin şifası bu dördüncü göçtedir.Bu göç,tam ihlas sahiplerinin sevip istedikleri,yolcuların dileyip arzuladıkları gibidir.Gözlere nurdur,ruhlara neşe.Devşirenlere yemişlerin en güzeli,en iyisi…Dileklerin,isteklerin en hoşu,en ulusudur.Hastayı doktoruna çeker götürür.Aşıkı sevgilisine alır ulaştırır.Hamdolsun Tanrı’ya,bu dördüncü göç ihsanların en büyüğüdür;dilenen şeylerin en nefisidir.Ülfet zamanını yeniler,mihnet çekenlerin güçlüğünü kolaylaştırır.Hak’tan uzak kalan,buna bakar okursa açıklanmasını arttırır.Kutluluğa eren kişinin de sevincini,şükrünü çoğaltır.Hanende kadınlar kendilerini bezerler ya..işte bunu okuyan kişinin gönlünde de o hanendelerin göğüslerine asıp taktıkları inci,elmas ve mücevherlerden meydana gelen sevinçten ziyade bir sevinç ve neşe hasıl olur.Bu,ilim ve amel ehline mükafattır !Bu dördüncü göç doğmuş bir dolunaya benzer..Gitmişken geri gelen devlet gibidir.Umanların ümit üstüne ümitlerini arttırır durur.
Ey Hak Ziyası Hüsameddin, sen öyle bir ersin ki Mesnevi, senin nurunla ayı bile geçti, aydan bile parlak bir hale geldi. Ey lütfu, keremi ile umulan, yüce himmetin bu Mesnevi’yi nereye çekmekte? Tanrı bilir. Bu Mesnevi’nin boynunu bağlamış, bildiğin yere doğru çekmektesin. Mesnevi, koşup gitmekte... çeken gizli. Fakat görecek gözü olmayan gafilden gizli.
5. Mesnevi’nin yazılmasına önce sen sebep olmuşsun... artar, uzarsa arttıran, uzatan yine sensin. Madem ki sen böyle istiyorsun. Tanrı da böyle istiyor... Tanrı, takva sahiplerinin dileğini ihsan eder. Evvelce sen, varlığını Tanrı’ya verdin... karşılık olarak Tanrı da varlığını sana verdi. Mesnevi, sana binlerce şükretmede... ellerini kaldırıp dualar eylemede... Tanrı, Mesnevi’nin diliyle, eliyle sana şükrettiğini gördü de ihsanlarda bulundu, lütuflar etti, keremini çoğalttı.
10. Çünkü Tanrı, şükredenin nimetini çoğaltmayı vadetmiştir.Nitekim secdenin karşılığı, Tanrı’ya yakın olmaktır. Tanrımız “Secde et de yaklaş” dedi... bedenlerimizin secde etmesi, canlarımızın Tanrı’ya yaklaşmasına sebeptir. Mesnevi, ziyadeleşiyorsa, uzuyorsa bu yüzden ziyadeleşiyor, bu yüzden uzuyor... fazla ve büyük görünmek için değil! Üzüm çubuğu, yazdan nasıl hoşlanırsa, onunla nasıl bağdaşmışsa biz de seninle öyle bağdaşmışız, senden öyle hoşlanmaktayız... istiyorsan emret, çek de çekip götürelim! Ey sabır, varlığın anahtarıdır sırrının emîri, bu kervanı güzel güzel ta hacca kadar çek, götür!
15. Hac, Tanrı evini ziyarettir, ev sahibini ziyaretse erliktir. Hüsameddin, sen bir güneşsin, onun için sana ziya dedim... bu iki söz, Hüsam ve Ziya, senin vasıflarındır. Bu Hüsam ve Ziya birdir... şüphe yok ki güneşin kılıcı ziyadandır. Nur, ayındır, bu ziya da güneşin... Kuran’ı oku da bak! Babacığım, Kuran güneşe ziya dedi, aya da nur... hele bak da gör!
20. Güneş, aydan daha üstündür ya... Şu halde Ziya’yı da mertebe bakımından nurdan üstün bil! Hiç kimse gidilecek yolu ay ışığıyla görmedi de güneş doğunca yol meydana çıktı, göründü. Güneş, alınacak, satılacak şeyleri güzelce gösterdi de bu yüzden pazarlar gündüzleri kuruldu. Kalp akçeyle sağlam akçe iyice ayırdedilsin, kimse hileye kapılmasın, aldanmasın diye. Güneşin nuru yeryüzüne adamakıllı vurdu, alışveriş edenler için âlemlere rahmet kesildi.
25. Fakat bu, kalpazanların istemedikleri bir şeydir. Onlara pek ağır gelir bu iş... çünkü güneşin nuru, onların işine kesat verir, kalp akçeleri görünür, fark edilir de geçmez olur? Kalp akçe, sarrafın can düşmanıdır... yoksula köpekten başkası düşman olur mu? Peygamberler, düşmanlarla savaşırlar... melekler de “Yarabbi, sen koru!” diye dua ederler. Tanrı’nın pek nurlu olan bu kandili hırsızların üflemesinden, onların nefesinden uzak tut! Hırsız ve kalpazan, nura düşmandır vesselâm...ey feryada yetişen Tanrı, sen feryadımıza yetiş!
30. Hüsameddin, bu dördüncü deftere nurlar saç! Çünkü güneş de dördüncü kat gökten doğar, âlemi nurlara gark eder. Sen de bu dördüncü defterle âlemlere güneş gibi nurlar saç da şehirlerle ülkelere parlarsın, her tarafı nura gark etsin! Bu kitap, masal diyene masaldır... fakat bu kitapta halini gören, bu kitapla kendini anlayan kişi de erdir! Mesnevi, Nil ırmağının suyudur... Kıptiye kan görünür ama Musa kavmine kan değildir, sudur! Bu sözün düşmanı, şimdi gözüme şöyle görünmede... Cehenneme baş aşağı düşmüş!
35. Ey Hak Ziyası, sen onun halini gördün... Hak, sana, onun işlerine karşılık verdiği cevabı gösterdi! Gayb âlemini gören gözün, gayb âlemi gibi üstattır. Bu görüş, bu ihsan, şu âlemden eksik olmasın! Bizim halimiz olan şu hikâyeyi burada tamamlarsan yakışır. Adam olmayanları, adam olanların hatırı için bırak; hikâyeyi bitir, hikâyeye son ver! Hikâye üçüncü cilt de tamamlanmadıysa işte dördüncü cilt... onu, burada düzene koy, tamamla!
Âşıkın, bekçiden kaçıp bilmediği bir bağa girmesi sevgilisini orada bulması ve neşesinden bekçiye hayır duada bulunması,’’öyle şeyler oluverir ki siz,onlardan hoşlanmazsınız,halbuki o,sizin için hayırlıdır’’ âyetini okuması
40. O adamın, bekçiden korkup bağa at sürdüğünü anlatıyorduk. O adamın âşık olup bu dertle tam sekiz yıl yanıp yakıldığı güzel de meğerse o bağdaymış! Âşık o sevgilinin gölgesini bile görmeye imkân bulamıyordu. Ancak Zümrüdüanka’yı duyar gibi onun da vasfını işitmekteydi. Kazara nasılsa onu, bir kerecik görmüştü, o ilk görüşte ona vurulmuş, ona gönül vermiş gitmişti. Ondan sonra ne kadar çalıştı çabaladıysa o sert huylu dilber, bir türlü mecâl vermemiş, bir türlü kendisini göstermemişti.
45. Ne yalvarmanın bir çaresi olmuştu, ne mal, mülk vermenin... o fidan sevgilinin gözü toktu, tamahı yoktu! Tanrı, her hüner ve sanata, her dilenen ve istenen şeye âşık olan kişinin dudağını, ilk önce o şeye dokundurur, ona lezzeti tattırır... Ondan sonra âşıklar, o lezzetle, dileklerini aramaya koyuldular mı her gün önlerine bir tuzak çıkarır, ayaklarına bir bağ vurur! Aramayıp taramaya giriştiler mi “hele nikâh parasını getir bakalım” diye kapıyı kapar. Âşıklar da, o ümitle döner dolaşır, koşarlar... Her an ricaya düşerler, her an ümitsizliğe kapılırlar.
50. Herkesin, bir şey elde edeceğim diye bir ümidi vardır... nihayet bir gün olur, ona bir kapı da açarlar. Açarlar ama hemencecik yine o kapıyı örterler. O kapıya tapan, oraya ümit bağlayan kişi de ümitlenir, o ümitle ateş kesilir, işe girişir! O genç de hoş bir halde o bağa girince ansızın ayağı defineye batıverdi! Tanrı bekçiyi sebep etti... bekçi korkusundan geceleyin koşa koşa bağa girdi, sığındı da, Bağdan geçen ırmağa yüzüğünü düşürmüş olan sevgilisinin elinde bir fener, yüzüğünü aramakta olduğunu gördü.
55. O anda neşesinden Tanrı’ya şükürler ederek bekçiye hayır dualarda bulunmaya başladı: “Bekçiden huylanıp kaçtım, ziyanlara girdim, ama yarabbi, sen onun yirmi misli altın ve gümüşü onun başına saç! Onu, kötü kişilerin şerrinden kurtar... ben nasıl neşelendiysem onu da sen neşelendir! Onu bu âlemde de mesut et, o âlemde de... Onu kötülükten, köpeklikten kurtar! Tanrı’m, gerçi o kötü kişinin huyu daima halkın belasını istemektir. ( ama yine sen onu koru).
60. Kötü kişi, padişah, Müslümanları suçlu buldu diye bir haber duydu mu semirir, neşelenir... Yok... eğer padişah, merhamet etti, o cezayı cömertliğiyle Müslümanlardan bağışladı diye bir söz duysa, Bu söz yüzünden canı sıkılır, yaslara düşer... kötü kişide daha buna benzer yüzlerce yomsuzluklar vardır. Fakat o âşık, kötü bekçiye hayır dualar edip duruyordu. Çünkü rahata onun yüzünden kavuşmuştu. Bekçi herkese zehirdi, fakat ona panzehir!Bekçi, onun sevgilisine kavuşmasına sebep olmuştu.
65. Görüyorsun ya, dünyada mutlak olarak kötü bir şey yoktur. Kötü, buna nispetle kötüdür. Sonra şunu da bil ki, Âlemde hiçbir zehir, yahut şeker yoktur ki birine ayak, öbürüne ayakkabı olmasın! Evet... birine ayak olur, öbürüne bukağı. Birisine zehirdir, öbürüne şeker gibi tatlı! Yılanın zehiri, yılana hayattır, insanaysa ölüm! Deniz mahlûklarına deniz, bağ, bahçe gibidir...fakat karada yaşayanlara ölümdür, dağdır!
70. Ey iş eri, bu nispeti birden tuttur da böylece bine kadar saya dur! Zeyd, birisine göre şeytandır, öbürüneyse sultan! O, zeyd pek yüce bir kişidir der... bu zeyd gebertilecek bir kâfirdir der! Zeyd, bir adamdır ama ona öyledir, bunaysa baştanbaşa zahmettir, ziyandır! Eğer onun, sana göre de şeker hâline gelmesini istiyorsan var, onu aşıklarının gözüyle gör!
75. O güzele kendi gözünle bakma... isteneni isteyenlerin gözüyle gör! Kendi gözünü yum..gözünün yerine, ona aşık olanlardan ariyet bir göz edin... Hattâ âriyet olarak ondan bir göz, bir görüş, al da onun yüzüne, onun gözüyle bak! Bak da bıkmadan, usanmadan emin ol. İşte ululuk ıssı peygamber, bunun için “Kim kendini Tanrı’ya verirse Tanrı, kendisini ona verir” dedi... “Onun gözü de ben olurum, eli de, gönlü de... bu suretle devleti, bahtsızlıktan kurtulur” buyurdu.
80. Ne olursa olsun, kötü ve istenmeyen bir şey bile olsa değil mi ki sana kılavuzluk etti,sevgiline ulaştırdı, sevimlidir, dosttur!
Vâza başladı mı zâlimlere,taş yüreklilere ve itikatsızlara dua eden vaiz
Bir vaiz vardı... mimbere çıktı mı yol kesenlere duaya başlar, Ellerini kaldırıp “Yarabbi, kötülere, fesatçılara, isyancılara merhamet et! Hayır sahipleriyle alay edenlerin hepsine, bütün kâfir gönüllülere, kiliselerde bulunanlara merhamette bulun” derdi. Temiz kişilere hiç dua etmez, kötülerden başkasına duada bulunmazdı.
85. Ona “Hiç böyle bir âdet görmedik... sapıklara dua etmek mürüvvet değildir” dediler. Dedi ki: “ Ben onlardan iyilik gördüm... bu yüzden onlara dua etmeyi âdet edindim. O kadar kötülükte bulundular, o derece zulüm ve cevir ettiler ki nihayet beni şerden kurtardılar, hayra ulaştırdılar. Ne vakit dünyaya yöneldimse onlardan eziyetler gördüm, meşakkatler çektim, dayaklar yedim. Bu yüzden de iyilik tarafına kaçardım... beni o kurtlar yola getirirlerdi.
90. Benim iyiliğime sebep oldular... ey aklı başında adam, bu yüzden onlara dua etmek, boynumun borcudur benim!” Kul dertten, elemden Tanrı’ya sızlanır, uğradığı zahmetten yüzlerce şikayette bulunur. Tanrı da der ki: Gördün ya, nihayet dert ve zahmet, seni, bana yalvarır bir hale getirdi, seni doğrulttu, Sen, seni yolundan alıkoyandan, bizim kapımızdan uzaklaştırıp kovandan şikayette bulun! Hakikatte her düşman senin ilâcındır... sana kimyadır, seni faydalandırır, gönlünü alır senin!
95. Çünkü ondan kaçar, halvet bucaklarına sığınır, Tanrı lutfundan yardım dilersin. Dostlarınsa hakikatte düşmanlarındır; onlar seni Tanrı tapısından uzaklaştırır, seni meşgul ederler! Bir hayvan vardır ki adına porsuk derler... dayak yedikçe şişmanlar, semirir, semirir. Ona sopayı vurdukça iyileşir. Sopa vuruldukça semirir, büyür... İşte müminin canı da hakikatten bir porsuktur, o da zahmet ve meşakkatlerle kuvvetlenir, semirir.
100. Bu yüzden peygamberler eziyetlere, zahmetlere uğradılar... onların çektikleri meşakkat, bütün cihan halkının çektiği meşakkatten daha üstündü, daha artıktı! Çünkü canları da, bütün canlardan daha büyük, daha üstündü... onun için de onların uğradıkları belâya başka bir taife uğramadı. Deri, ilâçlarla belâlara uğrar da Taif derisi güzel bir hale girer. Yoksa ona o acı ve keskin ilaçlar sürülmeseydi pis pis kokar, berbat bir hale gelirdi! İnsanı da tabaklanmamış deri say... rutubetten nem kapar, çirkin bir hale gelir, ağır ağır kokar!
105. Sen, ona acı ve keskin ilâçları fazlaca ver de temizlensin, lâtif bir hale gelsin, semirsin! Buna kudretin yoksa senin dileğin olmaksızın Tanrı bir zahmet verirse ona sabret, ona razı ol! Çünkü dosttan gelen belâ, sizi temizler... onun bilgisi, sizin tedbirlerinizden üstündür! Bir adam, belâda sâfa görürse belâ,tatlılaşır... hasta iyileştiğini görünce ilâç, kendisine hoş gelir. Mat olduğu halde kazandığını görür de “ Ey sözlerine, özlerine inanılır kişiler, beni öldürün!” der.
110. Bu kötü kişi de başkasına fayda verdi ama kendi hakkında merdut bir adam kesildi. İmandan gelen merhamet, ondan alındı... Şeytan sıfatı olan kin, ona çattı, sataştı! Hiddetin, kinin yapılıp düzüldüğü tezgâh oldu... bil ki kin, sapıklığın, kâfirliğin temelidir!
Birisinin İsa aleyhisselâm’dan ’’Âlemde bütün güç şeylerin en gücü nedir?’’ diye sorması
Akıllı birisi, İsa’ya “Âlemde her şeyden daha sarp, daha güç nedir?’’ diye sordu. İsa dedi ki: “Ey can, en sarp, en güç şey, Tanrı gazabıdır. Çünkü o gazaptan cehennem bile su gibi titrer!”
115. Adam “Peki, bu Tanrı gazabından nasıl aman bulmalı?” deyince İsa şöyle cevap verdi: “Kızdığın zaman kızgınlığına uyamamak gerek!” Kötü kişi bu kızgınlığın madenidir... onun çirkin kızgınlığı yırtıcı canavarların kızgınlığını da geçer! O hünersiz kişi, kızgınlıktan vazgeçmekten başka Tanrı’dan ne rahmet umabilir ki? Gerçi bunların âlemde bulunmamasına imkân yok; bunlar da lâzım bu dünyaya... fakat bu sözü söylemek, onları büsbütün sapıklığa atmaktır! Dünyada çare yok, sidik de bulunur; bulunur ama arı duru su değildir ya!
Aşığın kötülük etmek istemesi,sevgilinin ona bağırması
120. O ahmak adam, sevgilisini yapayalnız görünce hemencecik kucaklamaya, öpmeye kalkıştı. O güzel, “Küstahlık etme, edepsizliğin lüzumu yok, aklını başına al” diye heybetle bir bağırdı. Aşık “Burası ıssız, halk yok... su ortada, benim gibi de bir susuz! Burada rüzgârdan başka kımıldayan yok... kim var, kim bu açılıp saçılmamıza mâni olacak?” dedi. Sevgili dedi ki: “A deli herif, meğerse sen budalaymışsın... akıllılardan bir şey duymamış, işitmemişsin!
125. Rüzgarı esiyor gördün mü bil ki burada onu bir estiren, bir harekete getiren var. Tanrı sanatının dilediği gibi iş görme yelpazesi, bu rüzgarlara dokunmada, onu estirip durmada! Bizim hükmümüzde olan ehemmiyetsiz ve cüz’i bir rüzgâr bile yelpazeyi sallamadıkça esmez. A aptal adam, bu cüz’i rüzgâr bile sen ve yelpaze olmadıkça meydana gelmez. Dudaktaki nefes yeli de canın, bedenin emrine tabidir, onların emriyle harekete gelir.
130. Gâh o nefesle birisini över,birisine haber yollarsın... gâh birini kınar, aleyhinde bulunur, söversin! Buna bak da öbür rüzgârların hallerini de bil...akıllılar cüz’de küllü görürler. Tanrı, rüzgârı gah bahar rüzgârı yapar, gâh kışın onu, bu güzellikten soyar, ayırır. Ad kavmine kasırga halinde getirir, Hud Peygambere ise aynı rüzgârı güzel kokulu bir halde estirir. Bir rüzgârı zehirli sam yeli haline sokar; sabah rüzgârını da gelişi kutlu bir hale kor.
135. Her türlü yeli onunla mukayese edesin diye sana da bir nefes yeli verdi. Lûtuf ve kahır yeli olmadıkça söz olmaz... söz, bir bölük halka baldır, bir bölüğüne zehir! Yelpaze, birisini serinlendirmek için sallanır... fakat sivrisineklerle kara sinekleri de kahretmek içindir! Artık Tanrı takdirinin yelpazesi, neden mihnetlerle, belâlarla dolu olmasın? Mademki cüz’i olan nefes rüzgârı, yahut yelpazenin çıkardığı yel bile ya bir şeyi bozmak, ya bir şeyi düzene koymak için esmekte...
140. Bu şimal rüzgârı, bu seher ve bu batı yeli nasıl olurda lûtuftan, ihsandan uzak olur? Bir avuç buğdayı gördün mü ambarı düşün, ambarı gör... anla ki ambardakiler de hep böyle. Gökyüzünün rüzgâr burcundan kopup gelen bütün rüzgârlar da o rüzgarı koparanın yelpazesi olmasa nasıl eser? Ekinciler, ekin devşirme zamanı harman başında Tanrı’dan rüzgar istemezler mi? İsterler... buğdaydan samanı ayırmak, buğdayı ambara koymak, yahut kuyulara gömmek için rüzgâr isterler.
145. Rüzgâr gecikti mi hepsinin de Tanrı’ya yalvarmaya başladığını görürsün. Doğum zamanı da böyledir... o doğum yeli, o doğum sancısı gelmezse eyvahlar olsun, aman yarabbi seslerini duymaya başlarsın. Rüzgârı onun gönderdiğini bilmeseler yalvarmanın manası mı kalır? Yelkenli gemiye binenler de rüzgâr dilerler, Tanrı’dan bir uygun yel isterler. Diş ağrısı da yelden olursa yana yakıla tamam bir itikatla Tanrı’dan o yelin yatışmasını dilersin.
150. Askerler de yalvarıp yakarırlar, Tanrı’dan, “Ey muradımızı veren Rabbim, sen bize bir zafer rüzgârı ver” diye dua ederler. Doğum gecikince, gebenin yakınları, her azizden muska isterler. Hepsi de adamakıllı bilir ki rüzgârı, Âlemlerin Rabbi Tanrı göndermekte. Zaten her bilen kişi, aklen bilir ki hareket edenin bir hareket ettiricisi vardır. Sen onu gözünle görmüyorsan eserleri görünüyor ya... onlara bak da anla!
155. Beden de canla hareket eder: fakat canı görmezsin.Görmezsin ama tenin hareketine bak da canı anla! Aşık, “Edebe riayet bakımından aptal bile olsam vefada, istekte akıllıyım, anlayışlıyım” dedi. Sevgili dedi ki: “Eğer şu görünen hareket, edebe riayetse artık ötesini sen daha iyi bilirsin! *Edep buysa o gömülü olan, o henüz görünmeyen huyların, mutlaka bundan beter olacak... bunu iyice anladık, bildik! *Bu testiden ne sızmışsa bundan sonra da şüphe yok, aynı şey, aynı tarzda sızıp duracak!
Karısını bir yabancıyla yakalıyan sofi
Sofinin biri, bir gün eve geldi... evin bir kapısı vardı, karısı da bir kunduracıyla içerdeydi. Kadın, nefsinin hilelerine uymuş, kunduracıya kul köle kesilmiş, odada adamla buluşmuştu.
160. Sofi, kuşluk çağı kapıyı sıkıca döver dövmez ikisi de şaşırdılar... ne bir hileye başvurmaya imkân vardı, ne kaçıp kurtulacak bir yol! Sofinin, o zamanda dükkânı bırakıp eve gelmesi hiç âdeti değildi. Karısından bir şeyler sezinlenmiş, şüpheye düşmüş, bu yüzden o gün mahsus vakitsiz gelmişti. Kadınınsa onun, hiçbir defa işini bırakıp o zamanda eve gelmeyeceğine itimadı vardı. Fakat nasılsa bu fikri doğru çıkmadı... Tanrı suçları örter... örter ama cezasını da verir!
165. Kötülükte bulundun mu kork, emin olma, çünkü yaptığın kötülük bir tohumdur, Tanrı, onu mutlaka bitirir! Birkaç kere, belki yaptığına pişman olur, utanırsın diye örter, gizler. O müminler ulusu Ömer, halifeliği zamanında bir hırsızı cellada teslim etti. Hırsız, ey ülkenin beyi, diye bağırdı, beni öldürtme... bu, ilk suçum! Ömer dedi ki: “Hâşâ, Tanrı, ilk suçta hemencecik gazaba gelip cezasını vermez.
170. Lûtfunu meydana çıkarmak için defalarca örter de sonradan adaletini göstermek için cezalandırır; Bu suretle bu iki sıfatının da meydana çıkmasını, lûtfunun muştucu, kahrının da korkutucu olmasını diler.” Kadın da defalarca bu kötü işte bulunmuştu da kolaycacık işi atlatmıştı... bu iş, ona kolay görünüyordu artık. Gevşek ayaklı akıl, testinin daima ırmaktan kırılmadan sapasağlam gelemeyeceğini bilmiyordu ki! Fakat bu sefer kaza ve kader, onu öyle bir daraltmış, münafıkı ansızın ölüm nasıl yakalarsa öyle bir sıkı yakalamıştı ki!
175. Ne yol vardır , ne yoldaş, ne de kurtulma imkânı...(münafık, böyle bir haldeyken) can alıcı melek de gelir çatar, canına el uzatır ya! İşte kadın da o cefa odasında dostuyla belâlara uğramış, öylece âdeta kuruyup kalmıştı ! Sofi, gönlünden, hay kâfirler hay... size kin güdüp duruyorum ama hele sabredeyim. Şimdilik bunu bilmezlikten geleyim de herkes bu çanın sesini duymasın, diyordu. Hak yolundaki er de size gizlice böyle kin güder... istiska hastalığı gibi kinini yavaş yavaş, azar azar belirtir.
180. İstiskaya tutulan adam buz gibi her an erir durur... fakat her an, kendisini daha iyiceyim sanır! Hani, “sırtlan nerede? Burada yok yahu” diye aranırlar da sırtlan bu söze inanır, bu suretle tutulur, avlanır ya! Kadının evinde de gizlenecek bir yer; bir tümsek, bir aralık, yukarıya çıkacak bir yol yoktu. Ne bir tandır vardı, oynaşını oraya gizlesin... ne bir çuval vardı, perde gibi önüne gersin! Evin içi kıyamet günü arasat meydanı gibi dümdüzdü... ne bir çukur vardı, ne bir tepe, ne de kaçacak bir yer!
185. Tanrı bu kıyamet gününü anlatırken mahşer meydanı için “Orada bir çukur, bir tümsek göremezsin” demiştir.
Kadının hileye sapıp sevgilisine çarşaf giydirmesi ve Tanrı’nın ‘’Sizin hileniz pek büyüktür’’ dediği gibi kocasınıkandırmak için bahanelere başvurması
Kadın, hemen çarşafını oynaşının üstüne attı, erkeği kadın şekline sokup kapıyı açtı. Çarşafın altında adam, apaçık rüsvay olmuş, görünüp durmaktaydı... adeta merdiven üstünde bir deveye benziyordu. Kadın oynaşı için kocasına dedi ki: “Şehir büyüklerinden birinin karısı... malı var, devleti var, pek zengin! Yabancı birisi, cahilcesine gelmesin diye kapıyı kapadım.”
190. Sofi, âlâ dedi... ne hizmeti var,hele söyle de minnetsizce, seve seve yapayım. Karısı dedi ki: “Bize akraba olmak istiyor... iyi bir kadın ama içini Tanrı bilir artık. Kızı görmek istiyordu ama tesadüf bu ya, kız da mektepte. Fakat ister un olsun, ister kepek... onu canla gönülle gelinliğe kabul ederim dedi. Öyle bir oğlu var ki şehirde misli yok... güzel, anlayışlı, çevik, hem de iyi bir geçimi var.”
195. Sofi dedi ki: “İyi ama biz yoksuluz, perişanız... bu kadının ailesiyse mallı, mülklü kişiler. Nasıl olurda bize eşit olabilir? Kapının bir kanadı tahtadan, öbürü fildişinden... böyle şey olur mu hiç? Nikâhta iki çiftin birbirine eşit ve denk olması lâzım... yoksa iş bozulur, geçim olmaz!”
Kadının,o çeyiz kaydında değil,istediği şey kapalı ve namuslu olmasından ibaret demesi,sofinin de bunu gizli tut demesi
Kadın dedi ki:’’ Ben de bu özrü söyledim, ama o, “Çeyiz filan arayanlardan değilim... Biz mala, altına doymuş, imtilâ olmuş, usanmışız... halk gibi hırs sahibi değiliz, mal ve para toplama düşüncesi yok bizde.
200. Bizim istediğimiz şey, yalnız kapalı, temiz ve namuslu oluşudur. Zaten iki âlemde de kurtuluş, bununla olur.”dedi. Sofi, yine yoksulluk özrünü ortaya koydu; bunu gizli kalmasın diye tekrar tekrar anlattı. Kadın dedi ki: “Ben de bunu tekrarladım, çeyizimizin olmadığını iyice anlattım. Fakat onun inanışı dağdan da sağlam... yüzlerce yoksulluktan bile şikâyet etmiyor. Benim istediğim şey namustur, sizden dilediğim doğruluktur, himmettir deyip duruyor.”
205. Sofi dedi ki: “Zaten çeyizimizi, malımızı gördü... gizli aşikâr başka neyimiz varsa onları da hep görür. İşte daracık bir evimiz, bir kişi sığacak kadar bir yerimiz var... öyle dar ki orada bir iğne bile gizlenemez. Temizliğe, kapalılığa, namuslu oluşa gelince: o, bunu zaten bilir! Kapalılığını, örtülü ve namuslu oluşunu o, önünde de, sonunda da, başında da, nihayetinde de bizden daha iyi bilir, bizden daha iyi görür. Zaten kızımızın çeyizi çimeni, aşçısı, işçisi olmadığı meydanda... iyi ve namuslu oluşuna gelince: o, bunu zaten bilir.
210. Kızın namuslu olduğunu babanın anlatması şart değil ya... nasıl olduğu esasen onca aydın gün gibi meydandadır’’. Senin de yanlışın meydana çıktı, rezil rüsvay oldun... bari az söyle; bu hikâyeyi onun için anlattım. A dâvada ayak direyip duran, senin anlayışın, hüküm çıkarışın da bundan ibaret işte! Sen de sofinin karısı gibi hainsin, kötülükte hile tuzağını kurmuşsun! Bu suretle her yüzü yunmadık pis kişiye temizliğini anlatır durursun... kendinden utanır da Tanrı’dan utanmazsın!
Tanrı’ya ‘’duyar,görür’’ demekteki maksat
215. Tanrı, her şeyi görür, bu görüş de daima seni korkutsun diye kendisine “gören”dedi. Kötü sözlerden dudağını yumasın diye de kendisini “duyan diye anlattı. Korkasın da bir fesat düşünmeyesin diye “bilen”adını takındı. Fakat bunlar, meselâ zenciye kâfur adının verildiği gibi Tanrı’ya konmuş adlar değildir. Tanrı ismi, sıfattan türeme, sıfattan meydana gelmedir, Tanrı sıfatlarıysa kadimdir, evveli yoktur. İlleti Ûlâ misali gibi batıl ve saçma değildir.
220. Öyle olmasaydı sağıra duyan, köre aydın adlarının verilmesi gibi alay olur, maskaralık olurdu. Tanınma için konan ad, meselâ terbiyesiz ve utanmaz birisine mahcup, yahut kara ve çirkin birisine güzel diye konuvermiş bir addır. Yeni doğmuş çocukcağıza hacı, yahut da soyunda var diye gazi adını koymaktır. Bu lâkapları, övmek için söylerlerse övülende bu sıfatlar yoksa övüş, doğru olmaz ki. Ya alaya almaktır, yahut da öven delidir. Tanrı ise zalimlerin söylediklerinden beridir, paktır.
225. Ben seninle buluşmadan önce de biliyordum: Güzel yüzlüsün ama kötü huylusun sen! Ben seni görmeden de inatçı bir adam olduğunu, kötülükte ayak diremiş, kötülüğe alışmış bulunduğunu biliyordum. Gözüm kızarırsa, az görsem bile yine o illete tutulduğumu bilirim ya! Sen beni çobansız bir kuzu gibi yapayalnız gördün de bekçim, gözcüm yok sandın. Âşıklar, bakılmaması lazım gelen yere bakarlar da o yüzden dertlenirler, o dert sebebiyle de ağlarlar, inlerler.
230. O ceylanı çobansız, o esiri ucuz sanırlar. Nihayet “Gözcüsü, bekçisi benim... az bak!” diye bir bakış okudur gelir, ciğerlerine saplanır! Ben, bir kuzudan da, keçiden de aşağı mıyım ki ardımda gözcüm, bekçim olmasın? Öyle bir bekçim var ki saltanat, ona yaraşır... bana nasıl bir yel esmekte? O bilir! O yel soğuk mudur, sıcak mı? O bilen Tanrı, gafil değildir... bilir a kötü kişi!
235. Fakat şehvete mensup olan nefis,Hak’tan sağırdır, kördür. Ben de senin körlüğünü ta uzaktan gördüm. Onun için sekiz yıldır hiç seni sormadım... çünkü seni bilgisizlikle kat kat dolu gördüm ben. Külhandaki adama nasılsın diye neye sorayım? Nasıl olacak; baş aşağı bir halde işte!
Dünya külhana benzer,takva da hamama
Dünya şehveti, külhana benzer. Takva hamamı da onunla aydınlanır. Fakat takva sahipleri bu külhanda safa ve zevk içindedirler... çünkü onlar, hamama girmiş, yunup arınmışlardır.
240. Zenginlerse hamamdakileri ısıtmak için tezek taşıyanlara benzerler. Tanrı, hamam ısınsın, tavlansın diye onlara bir hırs vermiştir. Bu külhandan vazgeç de hamama git... külhanı terk etmek, bil ki hamama girmenin ta kendisidir. Külhanda kalan dünya şehvetine sabreden, dünyadan el etek çeken kişiye hizmetçi mesabesindedir. Hamamda olan, yüzünden, yüzünün temizliğinden, güzelliğinden anlaşılır.
245. Külhandakiler de yüzlerindeki ve elbiselerindeki duman, is ve tozdan belli olurlar. Yüzünü görmezsen kokusuna dikkat et... koku, her köre sopa gibidir! Kokusunu da alamadıysan onu konuştur; yeni sözden eski sırrı anla! Altın babası külhancı der ki: Bugün akşama kadar tam yirmi küfe tezek taşıdım. Bunun gibi senin hırsın da, bu dünyada ateşe benzer... her alevi, yüzlerce ağız açmıştır!
250.Gerçi tezek, ateşi alevler, kuvvetlendirir ama akla göre bu altın, hiç de hoşa gitmeyen fışkıdır, tezektir. Ateşten dem vuran güneş, yaş fışkıyı ateşe atılmaya değer bir hale getirir. İşte bunun gibi hırs külhanı yüzlerce kıvılcımla kıvılcımlansın, alevlensin diye o taşı altın haline getiren de yine güneştir. Mal topladım diyen ne diyor yani? Bu kadar fışkı, bu kadar tezek getirdim diyor! Bu söz, rezilliği arttıran bir sözdür ama külhandakiler, aralarında bununla övünürler!
255. Sen akşama kadar altı küfe tezek getirdin... halbuki ben, hiç zahmet çekmeden tamam yirmi küfe tezek taşıdım, derler. Külhanda doğup temizlik nedir görmeyen kişiye mis koklatsın incinir, hasta olur!
Güzel koku satanların pazarında güzel kokularla mis kokusundan bayılan ve hasta düşen derici
Birisi, güzel koku satanların pazarına gelince aklı başından gitti, büzülüp yere yıkıldı. Kerem sahibi attarlardan gelen güzel kokular, başını döndürdü, yere düştü! O bihaber, gün ortasında yol uğrağına bir leş gibi yıkıldı, kaldı.
260. Derhal halk, başına üşüştü... Herkes lâhavle diyerek derdine derman aramaktaydı. Birisi, eliyle kalbini yokluyor, öbürü yüzüne gülsuyu serpiyordu. Bilmiyordu ki o alanda onun başına ne geldiyse gülsuyundan geldi. Biri bileklerini başını ovuyor, öbürü hararetlensin diye samanlı ıslak balçık getiriyordu. Biri ödağacıyla şekeri karıştırıp tütsülüyor, başka biri elbisesinin bir kısmını soyup üstündekileri hafifletiyordu.
265. Birisi nasıl atıyor diye nabzını yokluyor, öbürü ağzını kokluyor. Şarap mı içti, esrar mı... yoksa afyon mu yuttu... anlamak istiyordu. Halk, onun neden bayıldığını anlayamamış, şaşırıp kalmıştı. Derhal akrabalarına haber verdiler, falan adam feşman yerde perişan bir halde düşüp kaldı dediler. Neden bayıldı, ne oldu da leğeni damdan düştü? Kimse bilmiyordu! O tabağın iriyarı, güçlü kuvvetli, bilgili anlayışlı bir erkek kardeşi vardı, hemencecik koşa koşa geldi.
270. Yenine biraz köpek pisliği almıştı, halkı yardı, feryat ederek kardeşinin başucuna geldi. Ben neden hastalandı biliyorum, dedi... hastalık teşhis edildi, sebebi bilindi mi tedavisi kolaydır. Sebebi bilinmezse tedavisi güçleşir... hangi ilaç iyi gelecek? Yüz türlü ihtimal vardır. Fakat sebebi bilindi mi iş kolaylaşır. Sebeplerini bilmek, bilgisizliği giderir. Adam kendi kendine, onun iliğine damarına kat kat köpek pisliği sinmiştir.
275. Rızkını elde etmek için her gün, akşamlara kadar pisliğe gömülmüştür, tabaklığa gark olunmuştur demişti. Büyük Calinus da böyle demiştir: Hastaya, neye alışkınsa onu ver! Aykırı olan şeylerden zahmet çeker; onun için hastalığının ilacını da alıştığı şeylerde ara! Bokböceği, daima pislik taşır durur... bu yüzden de gülsuyundan bayılır. Onun ilâcı yine köpek pisliğidir... çünkü ona alışmıştır, onunla halli hamur olmuştur.
280. “Pisler, peslerindir” âyetini oku da bu sözün önünü, sonunu anla! Öğütçüler, pis kişiyi, ona bir kapı açılması, iyileşmesi için amberle, gülsuyu ile tedavi etmek isterler! Fakat ey inanılır, itimat edilir kişiler, pislere temiz şeyler lâyık değildir ki! Onlar, vahyin güzel kokusuyla eğrilmişler, sapıtmışlardır da “Siz bize uğursuzsunuz, biz, sizin yüzünüzden kötülüğe uğradık” diye feryada başlamışlardır. “Bu söz, bize zahmet veriyor, bu sözden hastalanıyoruz... sizin vâzınız iyi değil, bize iyi gelmiyor.
285. Eğer yine susmaz da nasihata başlarsanız derhal sizi taşlar, öldürürüz. Biz, oyunla, abes ve saçma şeylerle semirmişiz... öğüte hiç alışmamışız! Bizim gıdamız yalandır, asılsız lâftır, saçma sapan sözlerdir... sizin bildirdiğiniz şeyler, midemizi bozuyor. Siz bu sözlerle hastalığımızı yüzlerce defa artırıyor... akla ilâç olarak afyon veriyorsunuz” demişlerdir.
Tabağın kardeşinin, tabağı gizlice fışkı kokusuyla tedavisi
Delikanlı, kardeşine yapacağı ilâcı kimse görmesin diye halkı uzaklaştırdı.
290.Gizli bir şeyler söyler gibi ağzını kulağına götürdü, sonra da o şeyi burnuna koydu. Köpek pisliğini avucuna sürtmüştü... pis beynin ilâcını bu pislikle görmüştü. Avucunu koklatır koklatmaz adam, deprenmeye başladı. Halk, bu pek mühim bir afsun dediler... Afsunu okuyup kulağına üfürdü... adam adeta ölmüştü, afsun imdadına yetişti! Kötü kişilerin hareketi o yandandır... zina, bakışla, göz ve kaş işaretiyle harekete gelir.
295. Kime öğüt miski fayda vermezse muhakkak o, kötü kokulara alışmıştır. Tanrı, müşrikler, tâ ezelden pislik içinde doğduklarından onlara “Necis-pis” demiştir. Pislik içinde doğan kurt, ebediyen huyundan dönmez, ambere bakmaz! Ona nur saçısı isabet etmemiştir... o, tamamı ile cisimden ibarettir, kabuk gibi içsiz, gönülsüzdür o! Hak nuru saçısından nasibi varsa, bu nur, ona da değmişse pisliğe düşse bile Mısır’da olduğu gibi o pislik içine gömülen yumurtadan bir kuş meydana gelir!
300.Fakat meydana gelen kuş, evde beslenen pis tavuk cinsinden değildir, bilgi ve anlayış kuşudur. Sen de nurdan nasipsize benziyorsun; çünkü burnunu pisliğe sokmadasın! Ayrılığından yüzün, benzin sarardı ama sarı bir yapraksın, olmamış bir meyvesin! Çömlek, ateşten, isten simsiyah oldu, is rengini aldı; fakat et, kartlığından öylece duruyor, hiç pişmemiş! Seni tam sekiz yıl ayrılık ateşiyle kaynattım ama hamlığın, münafıklığın, bir zerre bile eksilmemiş!
305. Hastalıktan donmuş kalmış koruksun sen... halbuki koruklar, şimdi kuru üzüm haline geldi, sense hala hamsın!”
Âşığın hileye sapıp suçuna özür getirmesi ve niyetini gizlemeye savaşması,sevgilinin,bu hileyi de anlaması
Aşık dedi ki: “Kusuruma bakma... bakayım, bana uyacak mısın, yoksa namuslu musun diye seni sınadım. Senin namuslu olduğunu sınamadan da biliyordum ama haber alma, gözle görmeye benzer mi ya? Sen bir güneşsin; adın sanın meşhur olmuş, aleme yayılmış! Güneşi böyle bir tecrübeye aldımsa ne ziyanı var? Sen bensin, ben kendimi her gün fayda da, ziyanda sınar dururum.
310. Düşmanlar, peygamberleri de sınadılar, sınadılar da onlardan mucizeler zuhur etti. Gözümü, nurla sınadım, ey gözlerinden kötü gözler, uzak olasıca sevgili! Bu dünya bir viraneye benzer, sense definesin... definede seni aradıysam incinme bana! Seni küstahça sınadım... bu suretle düşmanlara da her zaman söyleyeyim; Dilim seni anınca gözüm de gördüğüne tanık olsun!
315. Hürmet yolunu bulduysan ey ay yüzlü sevgili, işte boynumda kefen, elimde kılıç... huzuruna geldim! Ben bu eldenim başka elden değil ... lûtfet, elimi ayağımı sen kes de beni, başkasına öldürtme! Ayrılıktan dem vuruyorsun... dilediğini yap, fakat beni kendinden ayırma, bunu yapma! Şimdi söz ülkesine yol aldık... fakat vakit geçti, söylemeye imkan yok! İşin dış yüzünü söyledik, içyüzü örtülü kaldı... sağ olursak böyle kalmaz, onu da söyleriz elbet!
Sevgilinin,âşığın özrünü reddetmetsi ve hilesini yüzüne vurması
320. Sevgili, ağzını açıp şöyle cevap verdi: “Bizce senin halin gün gibi aydınlık ama sence gece! Bu kara hileleri adalet gününde gören kişilerin önüne neye getirir, yayar dökersin ki? Gönlündeki hilelerin, düzenlerin hepsi bizim önümüzde rüsvay olmada, hepsini de gün gibi görüp duruyoruz. O suçu, kulumuza acır da örtersek sen neden yüzsüzlük eder, haddini aşarsın? Babandan öğrensene... Âdem, suç işleyince hemencecik ayak çıkarılan yere geldi;
325. O gizli sırları bilen Tanrı’yı hazır nazır gördü de iki ayak üstüne durup suçunun affedilmesini dilemeye koyuldu. Keder külünün ortasına geçip oturdu; hileye, bahaneye sapıp bir daldan bir dala sıçramadı. “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik” dedi... çünkü önünde, ardında azap meleklerini gördü. Can gibi gizli olan azap meleklerini gördü; her birinin elindeki sopa, ta gökyüzüne kadar uzanıyordu. Kendine gel... Süleyman’ın huzurunda karınca ol da bu sopa, seni paramparça etmesin!
330. Doğruluk durağında başka bir yerde bir an bile durma... insana kimse, gözü gibi lalalık edemez. Kör, öğütle arınıp temizlense bile yine her an sürçer, pislenir. Ey Adem, senin gözün var, kör değilsin... fakat kaza geldi mi göz kör olur! Gözlü adamın, bir tesadüf neticesi kuyuya düşmesi için ömürler lazım. Fakat bu kaza, körün yoldaşıdır. Çünkü düşmek, onun tabiatıdır, huyudur.
335. Kör, pisliğe düşer de bu koku nedir, kendisinden midir, yoksa bir pisliğe bulaşmış da ondan mı? Bilemez ki. Ona birisi miskler saçsa onu da kendisinden bilir, sevgilinin lûtfundan değil! Hasılı ey gözü açık kişi, bu iki göz, sana yüzlerce anadır, yüzlerce baba! Hele gönül gözü yok mu? O, bu göze nispetle yetmiş kat azizdir, yetmiş derece kuvvetlidir... bu iki duygu gözü, onun nimetiyle geçinmededir. Yazıklar olsun ki yol kesiciler oturmuşlar, dilime yüzlerce düğüm vurmuşlardır!
340. Ayağı bağlı olan, nasıl rahvan gidebilir!Ağır bir bağdır bu... mazur gör! Ey gönül, bu söz, kırık dökük geliyor. Bu söz incidir, Tanrı gayreti de değirmen. İnci küçük ve kırık bile olsa hasta göze tutya olur. Ey inci, kırıldığına acınma... kırılmakla parlayacak apaydın olacaksın! Böyle o kırık dökük söylenecek... fakat Tanrı ganidir, sonunda onu düzgün bir hale getirir.
345. Buğday, kırıldı,ufalandıysa zayi olmadı ya... un haline geldi de dükkana girdi, ekmek oldu. Ey âşık, senin de suçun belli oldu... artık suyu yağı bırak da kırık dökük bir hale gel! Âdem’in has çocuklarına mahsustur bu... onlar, “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik”derler. Sen de hacetini arz et, lânetlenmiş yüzsüz iblis gibi delil getirmeye kalkışma! Yok eğer yüzsüzlük, İblis’in ayıbını örttüyse sen de inada giriş, yüzsüzlükte bulun, bu yolda çalış, didin!
350. Ebucehil, Peygamber’den, kindar Oğuz Türk’ü gibi bir mucize istedi. Fakat Tanrı Sıddık’ı mucize istemedi, bu yüzün sahibi zaten doğrudan başka bir şey söyleyemez ki dedi. Sen nerede, senin gibi birisinin benliğe düşerek benim gibi bir sevgiliyi sınaması nerede? Bir Yahudi’nin,Tanrı yüzünü ulu etsin Ali’ye ‘’Eğer Tanrı’nın korumasına güveniyorsan kendini bu yapının üstünden at’’ demesi,Müminler emîri’nin ona cevabı
Tanrı’yı ululamayı bilmeyen bir inatçı, bir gün Murtaza’ya dedi ki: “Peki yüksek bir yapının damındasın... ey aklı başında olan, Tanrı’nın koruyacağını biliyorsun değil mi?”
355. Murtaza, evet dedi... o koruyucudur, ganidir... bizim varlığımızı, bizi ta çocukluğumuzdan adamlığımıza kadar hep o korur, o görüp gözetir! Yahudi, peki dedi... mademki öyledir, kendini bu damdan aşağıya at... Tanrı’nın koruyuculuğuna tamamı ile güven! Kendini aşağıya at da ben de adamakıllı inandığını anlayayım, güzelim inanışını, deliliyle göreyim! Müminler emiri ona dedi ki: sus, defol git de bu cüret yüzünden canın belaya sataşmasın! Kulun, iptilalara düşerek Tanrı’yı sınaması hiç yaraşır mı?
360. A nadan, a budala, kulun ne haddi vardır ki edepsizliğe kalkışıp Tanrı’yı sınamaya girişsin? Sınama Tanrı’ya yaraşır... O, kullarını her an sınar durur. Bu sınamayla da içimizde gizlediğimiz inanışlarımızı bize apaçık gösterir. Âdem, bu suçla, bu hata ile Hakk’ı sınadım dedi mi hiç? “Padişahım, senin hilmin nereye kadardır? Onu görmek istedim” gibi bir söz söyledi mi hiç? Ah, bu mecal kimde var, kimde?
365. Senin aklın şaşmış, pek sersemlemişsin... özrün günahından beter! Gök kubbeyi yücelteni sınamak ha! Sen, bunu ne bilirsin ki? A hayrı, şerri bilmeyen, sen kendini sına, başkasını değil! Kendini sınadın mı başkalarını sınamadanvazgeçersin. Şeker parçası olduğunu bildin mi, şeker yapılan ve satılan yere layık olduğunu da bilirsin.
370. Sınamaksızın şunu bil ki Tanrı, yersiz, zamansız şeker göndermez sana. Sınamaksızın şunu bil ki eğer başsan Tanrı, seni ayakkabı konan yere göndermez! Akıllı kişi, hiç değerli bir inciyi abdes hane de sidik gölcüğüne atar mı? Anlayışlı hakim bile buğdayı saman ambarına göndermez. Mürit, önden giden, kılavuz olan şeyhi sınamaya kalkışırsa eşektir.
375. Din yolunda onu sınamaya kalkıştın mı a hakikatten haberi olmayan, sen sınanmış olursun... Senin cüretin, senin bilgisizliğin çırçıplak olur, aleme yayılır... yoksa o, bu araştırmayla nereden anlaşılır; nasıl meydana çıkar? A yiğidim, bir zerre, kalkar da dağı tartmağa girişirse terazisi parçalanır gider! Onlarda kendi akıllarınca bir terazi düzenler de Tanrı erini o teraziyle tartmağa kalkarlar! Halbuki o, akıl terazisine bile sığmaz... akıl terazisini bile kırar, parçalar!
380. Onu sınamak, ona emrine göre hükmetmek gibidir... öyle bir padişaha buyruk buyurtmaya kalkışma sakın! Hiç ressamlar, öyle bir ressamı sınayabilir, öyle bir ressama hüküm yürütebilir mi? Eğer ressama bir sınama belirdiyse, ressam bir sınama bilgisine sahip olsaydı onu da çizen yine o ressam değil midir? Artık o ressamın bilgisindeki suretlere nazaran bu ressamın çizdiği suret nedir ki? Sana bir sınama vesvesesi geldi mi onu kötü talih bil... gelip çatmış, boynunu vurmuştur!
385. Böyle bir vesveseye uğradın mı çabucacık Tanrı’ya dön secdeye var... Secde yerini gözyaşlarınla ısla... ey Tanrı, beni bu şüpheden kurtar de! Sınamayı diledin mi işte o zaman din mescidin keçiboynuzuyla dolu demektir! Mescid-i Aksa ve keçi boynuzu,Davut aleyhisselâm’ın,Süleyman aleyhisselâm’dan önce o mescidi yapmaya niyetlenmesi
Davut iyiden iyi taşla Mescid-i Aksâ’yı yapmaya niyetlendi, bu niyetle daraldı, bu işe girişmeyi iyicekurdu. Tanrı, “Bu işten vazgeç... bu mescidi sen yapamazsın.
390. Ey seçilmiş kişi, Mescid-i Aksâ’yı senin yapmanı biz takdir etmedik” diye kendisine vahiy etti. Davut “Ey sırları bilen Tanrı, suçum nedir? Neden mescidi yapma diyorsun bana?” dedi. Tanrı dedi ki: “Suçsuzsun, suçun yok ama kanlara girmişsin... mazlûmların kanlarını boynuna almışsın! Senin sesinden sayısız halk can verdi; sayısız halk, ona av oldu! Sesin bir hayli kana girmiş, canlar yakan güzel nağmelerin bir hayli adamı canından etmiştir!”
395. Davut dedi ki: “Senin mağlûbundum, senin sarhoşundum... elim, senin kuvvet ve kudretinlebağlıydı. Padişah mağlûp olana acınmaz mı? Mağlûp, âdeta yok demek değil midir? Tanrı buyurdu ki: Bu mağlûp, öyle bir yoktur ki vara nispetle zahiren yok olmuş değildir, iyice anlayın bunu! Bu çeşit yok olan, kendinden geçmiş, var olanların en iyisi, en ulusu olmuştur. O, Tanrı sıfatlarına nispetle yoktur... fakat hakikatte ona yoklukta bir varlık vardır.
400. Bütün ruhlar onun tedbirindedir... bütün cesetler onun hükmündedir. Bizim lûtfumuza mağlup olan iradesiz, ihtiyarsız ve âciz kalmış değildir; o, bizim sevgimizde ihtiyar sahibi olmuştur. Zaten ihtiyar ve iradenin sonu da budur, yani insanın mevhum irade ve ihtiyarının bu makamda yok oluşudur. Zaten nihayet o, mevhum varlıktan mahvolmasaydı hiçbir ihtiyar ve iradeden lezzet alamaz, zevk bulamazdı. Dünyada ister yenecek lokma olsun, ister içilecek bir şey... onun lezzeti, lezzetten kesilmesinin fer’idir. (İnsan, yediği, içtiği şeylerin lezzetini kaybetmedikçe yiyeceği ve içeceği şeylerden lezzet alamaz. Maddi lezzetlerden kesilmedikçe manevi lezzeti bulamaz)
405. Lezzetten geçen gerçi bütün lezzetlere aldırış etmez bir hale gelir ama hakikatte kendisi lezzet kesilir, lezzetten hiç ayrılmaz olur!
’’Söz, ancak budur: İnsanlar kardeştir’’ ve’’ Âlimler, tek bir insan gibidir’’ hadislerinin şerhi, bilhassa Davud ve Süleyman Peygamberlerle diğer peygamberlerin -aleyhisselâm- birliği,birisini inkar edenin,hiçbir peygambere iman etmemiş sayılacağı.Birlik alâmeti olarak o binlerce evden birini yıktın mı hepsinin yıkılmış ve bir duvarın bile ayakta kalmamış olacağı,Tanrı’nın ‘’Biz onların arasından bir tanesini bile ayırdetmeyiz’’demesi…Âkil kişiye bir işaret yeter,zaten bu,işareti de geçti ya!
Bu iş senin zorunla, senin kuvvetinle olmayacak ama o mescidi, oğlun yapacak! Ey hikmet sahibi, onun yaptığı senin yaptığındır... evveline evvel olmayan bir zamandan beri inananlar, birbirlerinin aynıdır, birdir onlar! İnananlar sayılıdır, çoktur ama iman birdir... cisimleri çoktur ama canları tektir.
İnsanda öküzün, eşeğin anlayışından ve canından başka bir akıl, başka bir can vardır.
410. O deme erişen, o makamda Tanrı velisi olan kişide de, insandaki candan, akıldan başka ve ayrı bir can ve akıl vardır. Hayvani canlarda birlik yoktur...sen bu birliği rüzgarın ruhunda arama! Bu hayvani can, ekmek yese insani ruhun karnı doymaz; bu yük çekse o, sıkıntı çekmez! Hattâ onun ölümüyle bu hayvani ruh, neşelenir, sevinir... insani ruhun bir şey elde ettiğini görünce de hasedinden ölür! Kurtların, köpeklerin canı, hep ayrı ayrıdır. Bir olan Tanrı aslanlarının canlarıdır.
415. Canları diye cemi sırasıyla söyledim... çünkü o bir tek can, cisme nispetle yüz olur! Gökteki bir tek güneşin bir tek nuru da ev içlerine vurunca yüzlerce nur olur ya! Fakat ortadan duvarları kaldırdın mı hepsinin de nuru bir olur. Evlerin temelleri kalmadı mı müminler bir tek insana döner, bu sır meydana çıkar. Bu sözden farklar belirir, müşküller doğar... çünkü hakikatte buna benzemez bu iş ki; bu bir misaldir.
420. Aslanla yiğit bir Âdemoğlu arasında sonsuz farklar vardır. Fakat ey hoş gün gören kişi misal getirildiği zaman aradaki birlik, yiğitlik ve canla başla oynama bakımındandır. Çünkü o yiğit, her bakımdan aslanın misli değildir, nihayet yiğitlik bakımından aslana benzer. Bu alemde her bakımdan bir olan bir nakış, bir suret yoktur ki sana mislini göstereyim. Aklı, şaşkınlıktan kurtarayım diye yine nakış bir misale el atayım:
425. Geceleyin her eve bir kandil, bir mum korlar ve onun ışığıyla karanlıktan kurtulurlar ya... O kandil, bu tene benzer, nuru da cana.Kandil, fitile, şuna buna muhtaçtır. Bu duyguların o altı fitilli kandili, umumiyetle uykuya, yemeye, içmeye dayanır... o kandilin temeli, bunlardır. Yiyip içmeden, yatıp uyumadan yarım nefeslik bir zaman bile yaşayamaz... fakat yiyip yatmakla da yaşayamaz! Fitili, yağı olmadıkça bakası yoktur; fakat fitille, yağla da vefası yoktur.
430. Çünkü sebebe bağlı olan, sebepsiz meydana gelmeyen ışığı, ölümü arar durur... nasıl yaşayabilir ki aydın gün, onun ölümüdür. İnsanın bütün duygularının da bakası yoktur... zira mahşer günü, hepsi de yok olur gider! Fakat atalarımızın duygu ve can ışığı, tamamı ile de ot gibi bitip ot gibi yitmez... tamamı ile fani olmamıştır. Yalnız güneşin nurunda yıldızların nuru ve ay ışığı mahvolur ve görünmez! Pirenin ısırmasından meydana gelen yanış, dert ve zahmet, yılan ısırınca mahvolur ya!
435. Çıplak adam arıların sokmasından kurtulmak için suya atlar ya! Arılar adamın tepesinde dolaşır dururlar... başını bir çıkardı mı hiç affetmezler, hemen sokarlar! Tanrı’yı anış sudur, zamanede şu kadının, bu erkeğin anılışı da arı! Tanrı’yı anış suyuna dal, nefesini tut, sabret de eski düşüncelerden, vesveselerden kurtul! Ondan sonra da sen, tepeden tırnağa kadar o arı duru suyun tabiatına bürünürsün...
440. Öyle bir hale gelirsin ki o kötü arı, sudan nasıl kaçar, çekinirse senden de öyle kaçar, öyle çekinir! Sonra dilersen sudan uzaklaş... içten suyun tabiatına sahip olursun, hakikatte ondan ayrılmamış sayılırsın! Dünyadan geçen kişiler de yok olmamışlar, fakat Tanrı sıfatlarına bürünmüşlerdir. Onların sıfatları, Hak sıfatlarına karşı, güneşin karşısındaki yıldızlara dönmüştür. A inatçı Kur’andan buna delil istiyorsan oku: “Onların hepsi huzurumuzdadır!”
445. Haklarında “Huzurumuzdadır” denenler yok olamazlar, iyi dikkat et de ruhların bakasını iyice anlayasın! Bakadan mahcup olan ruh azaptadır, Tanrı’ya vasıl olan ruhsa baka aleminde hicaplardan kurtulmuş bir haldedir. İşte bu hayvani duygu kandilinden ne murat edilmişse, bu kandilin hakikati neyse sana söyledim... kendine gel de sakın bu hayvani duyguyla ruh arasında bir birlik tasavvur etme! Çabuk, ruhunu, yolcuların kutlu ruhlarına ulaştır! Yüz tane kandilin olsa ister sönsünler, ister yansınlar, değil mi ki hepsi ayrı ayrıdır... bir olamazlar!
450. İşte bu yüzden bizim ashabımız, hep savaştadır... fakat peygamberlerin birbirleriyle savaştıklarını kimsecikler duymamıştır. Çünkü peygamberlerin nurları güneştir; duygu ışığımızsa kandil, mum ve is! Biri söner, öbürü gündüze kadar kalır... biri yanıp erir, öbürü parlar durur! Hayvani can gıda ile dirilir...her iyi kötü şeyle de ölüverir! Fakat bu kandil söndü, ortadan kalktı mı komşunun evi neden karanlık kalsın?
455. Madem ki o evin ışığı, bunun ışığı olmaksızın da duruyor... şu halde her evin duygu ışığı ayrı ayrıdır. Bu hayvani canın misalidir... Rabbani canın değil! Gece Hindusundan ay doğdu mu ışığı, her pencereden vurur, her tarafı aydınlatır! O yüzlerce evin ışığını sen, bir say... çünkü ay battı mı bu evin sönüp öbürününki kalmaz. Parlak güneş tan yerinde durdukça ışığı her eve konuk olur.
460. Fakat can güneşi battı mı bütün evlerin nuru kaybolur, gidiverir! Bu söz nurun misalidir, misli değil... sana doğru yolu gösterir, düşmanın da yolunu vurur! O münkir, o kötü huylu, örümcek gibi kokmuş ağlar kurar... Tükürüğü ile nura perde gerer; fakat kendi anlayış gözünü kör eder. Atın boynunu tutarsa murat alır, maksadına erişir... fakat ayağını yakalarsa tekmeyi yer!
465. Gemsiz ve serkeş ata pek yaklaşma... kendine aklı ve dini kılavuz et, onlara uy vesselâm! Bu azmini sakın hor görme, ehemmiyetsiz sanma... bu yolda sabır lazım, çekilecek mihnetlere tahammül gerek!
Mescid-i Aksâ’nın binası
Süleyman, Kâbe gibi temiz, Mina gibi yüce olan o yapıya başladı. Yapısında tekellüflerde bulundu... öbür yapılar gibi rasgele ve değersiz bir yapı değildi o! Yapı için dağdan kesilen her taş, apaçık “Önce beni götürün” derdi.
470.Âdem’in yoğrulduğu su ve toprak gibi o yapının her kerpicinden nur parladı. Taş, hammalsız geliyordu... o kapı, o duvarlar, âdeta canlıydı. Tanrı daima der ki: Cennetin duvarları, bu duvarlar gibi cansız ve çirkin değildir. Ten kapısı, ten duvarı gibi uyanıktır... cennet evi de diridir; çünkü padişahlar padişahına mensuptur orası! Ağaç da cennet ehliyle konuşur, söz söyler, meyve de, akan duru sular da!
475. Çünkü cenneti aletle yapmamışlardır ki... orası amellerden, niyetlerden yapılmadır. Bu yapı ölü sudan, ölü topraktan yapılmıştır; o yapı diri ibadetlerle kurulmuştur. Bu aslına benzer, dağınıklıklarla doludur... o da aslı olan ilme, amele benzer! Oradaki taht da, köşk de, taç da, elbise de cennet ehline sorular sorar, cevaplar verir! Döşemesi, döşeyen olmaksızın döşenmiştir... o ev, süpürgesiz süpürülmüş, temizlenmiştir!
480. Gönül evine bak! Gamla tozlandı mı süpürgeci olmaksızın tövbeyle süpürülür, arınır. O yurdun tahtı, kimse taşıyıp götürmeksizin gider yürür... kapı halkası da güzel seslerle şarkılar söyler, çalgılar çalar, kapı da! Gönülde de o ebediyet yurdu olan cennetin diriliği var... fakat ne fayda, dilime gelmiyor ki, söyleyemiyorum ki! Süleyman her sabah çağı halkı irşad için mescide girdi mi, Gah sözle, gâh nameyle, sazla gâh işle, yani rükû ederek, yahut namaz kılarak halka öğüt verirdi.
485. İşle olan öğüt, halkı daha ziyade çeker... çünkü bu öğüdü sağırların bile can kulakları duyar! Sonra bu öğüt de emirlik vehmi de az olur... bu yüzden halka adamakıllı tesir eder! Tanrı razı olsun,Osman’ın ilk halifeliğindeki hutbesi,işe öğüt veren,sözle öğüt verenden yeğdir.
Osman, halife olur olmaz hemen koşup minbere çıktı. Ulular ulusu peygamberin minberi üç basamaktı. Ebubekir, minbere çıkınca ikinci basamağa, Ömer de zamanında İslama ve dine saygısı dolayısıyla üçüncü basamağa oturmuştu.
490. Osman’ın devri gelince o üst basamağa çıktı, o bahtı kutlu, oraya oturdu. Herzevekilin biri ona sordu: “İlk iki halife, Peygamberin yerine oturmadılar. Sen nasıl oldu da onlardan üstün olmaya kalkışıyorsun? Halbuki mertebe bakımından onlardan aşağısın sen.” Osman dedi ki: “Üçüncü basamağa otursaydım beni Ömer’e benziyorum sanırlardı. İkinci basamağa otursaydım diyebilirlerdi ki bu Ebubekir’e benziyor, onun misli!
495. Bu üst basamak, Mustafa’nın makamı... o padişaha benzememe zaten imkanı yok. Ondan sonra o merhametli halife, hutbe okuyacak yerde ta ikindiye yakın bir zamana kadar sustu kaldı. Kimsede, hadi okusana diyecek bir kudret de yoktu, mescitten çıkıp gidecek kudret de! Halkın ileri olanlarına da bir heybet çökmüştü, bayağılarına da. Mescidin içi, damı nurla dolmuştu! Can gözü açık olanlar o nuru görüyorlardı... bırak onları, körler bile o nurla hararete gelmiş çoşmuşlardı!
500. Körün gözü, güneşin doğduğunu hararetinden anlar. Fakat bu hararet, her duyulanın hakikatı görülsün diye gözü açar... Ve hararetinde bir sıkıntı bir hal vardır... hakiki güneşin hararetiyle gönlü açar, gönüle bir ferahlık, bir genişlik verir! Kör, evveline evvel olmayan Tanrı nuruyla hararetlendi mi ferahından, ben görüyorum, gözlerim açıldı benim der. Güzelim, adamakıllı ve hoş bir sarhoşluktur bu...yalnız can gözünün açılması için aşılacak az bir yol vardır.
505. Bu körün güneşten nasibidir...Tanrı doğrusunu daha iyi bilir ya... bunun gibi belki yüzlerce nasibi de var! O nuru gören kişinin ahvalini anlatmak, hiç Ebu Ali Sina’nın harcı mıdır? Yüz kat kuvvetli bile olsa bu dil, kim oluyor ki eliyle görüş perdesini oynatmaya kalkışıyor? Perdeye elini sürerse vay ona... Tanrı kılıcı elini kesiverir! Hatta el de nedir ki? Bilgisizliğinden serkeşlik eden başı bile keser, koparır!
510. Bunu söz olsun diye söyledim... yoksa onun eli nerede, o nerede? Hani derler ya ... teyzenin tenasül aleti olsaydı dayı olurdu, işte bu sözde onun gibi! Dilden, sınıklıktan arınan göze... söylenen nakledile gelen sözden görülen,bilinen hakikate yüz binlerce yıllık yol var desem yine de az söylemiş olurum! Fakat kendine gel, sakın gökyüzünün nurundan ümit kesme... Tanrı dilerse o nur, bir anda sana erişiverir! Mesela yıldızların madenlere yüzlerce tesiri vardır... Tanrı kudreti onu, madenlere her an ulaştırmadadır.
515. Gökyüzünde bir yıldız olan güneş, karanlıkları giderir... Tanrı güneşiyse Tanrı sıfatlarında daimidir. Ey yardım isteyen, güneşin tesiri, beş yüzyıllık yola olan gökten yeryüzüne geliverdi ya! Zuhale üç yüz bin beş yüz yıllık, hatta daha da nice fazla bir yol var... fakat tesiri, anbean görünüp durmada! Dilerse Tanrı, güneş doğunca gölgenin dürülüp kaybolduğu gibi onun da tesirini dürer kaybeder... güneşe karşı gölgenin ne değeri olabilir? Yıldız gibi tertemiz ruhlar, gökyüzündeki yıldızlara feyiz verir, yardım eder!
520. Görünüşte o yıldızlar, bizim varlığımıza, sağlığımıza sebeptir ama hakikatte bizim batınımız, bizim içyüzümüz, gökyüzünün durmasına, varlığına sebeptir!
Hûkemâ, insan küçük âlemdir derler, fakat Tanrı hakîmleri insan büyük âlemdir demişlerdir.Çünkü hûkemânın bilgisi, insanın sûretine aittir, bu hakîmlerin bilgisiyse hakikâtte insanın hakikâtine ulaşmıştır.
Sûrette sen küçük bir âlemsin ama hakikatte en büyük âlem sensin. Görünüşde dal, meyvanın aslıdır; fakat hakikatte dal meyva için var olmuştur. Meyva elde etmeğe bir meyli, meyva vermeğe bir ümidi olmasaydı hiç bahçıvan, ağaç diker miydi? Şu halde meyva, görünüşte ağaçtan doğmuştur ama hakikatte ağaç, meyvadan vücut bulmuştur.
525. Mustafa, onun için ”Âdem’le bütün peygamberler, benim ardımda ve sancağımın altındadır” dedi. O hünerler sahibi, onun için “ Biz, sonda gelen, fakat en ileri giden ve öndölü alanlarız ” buyurdu. Sûret bakımından ben Âdem’den doğmuşum ama hakikatte onun atasının atasıyım ben! Melekler, bana secde ettiler...Âdem, benim ardımdan yürüdü, yedinci kat göğün üstüne çıktı! Hakikatte babam, benden doğdu... ağaç, meyvadan vücud buldu.
530. İlk düşünce, iş âleminde son olarak zuhûr etti.Hele vasfa mazhâr olan düşünce! Hâsılı bir an içinde gökten nice kervanlar gelmekte,göğe nice kervanlar gitmektedir! Bu yol, bu kervana uzun gelmez... ova, üstün gelen kişiye geniş gelir mi hiç ? Gönül, her an kâbeye gitmekte... benden de Tanrı lûtfuyla gönlün tabiatına bürünmekte! Bu uzunluk, kısalık, bedene göredir...Tanrı’nın bulunduğu yerde uzunun, kısanın lâfı mı olur ?
535. Tanrı, cismi tebdil etti mi gayrı fersaha bile bakmadan yürür gider! Ey yiğit lâfı bırak gayrı! Şimdi yüzlerce ümit var, hemen adım ata gör! Gözünü bir yumdun mu bakarsın ki gemide oturmuşsun, uyuyorsun...öyle olduğu halde yol almadasın!
”Ümmetim, Nuh gemisine benzer... o gemiye giren kurtuldu, girmeyen boğuldu gitti” hadîsinin tefsîri
Peygamber, bunun için “ Ben; zemâne tufanına gemi gibiyim; Biz ve ashabım, Nuh’un gemisine benzeriz.Kim bu gemiye el atar, kim bu gemiye girerse kurtulur “ buyurdu.
540. Şeyh beraber olunca kötülüklerden uzaksın...gece gündüz gitmektesin; gemidesin. Canlar bağışlayan cana sığınmışsın...gemiye girmiş, uyuyorsun; öyle olduğu halde yol almaktasın! Zamanın peygamberinden ayrılma...kendi hünerine, kendi dileğine pek güvenme ! Aslan bile olsan değilmi ki kılavuzsuz yol almaktasın; kendini görüyorsun, sapıksın, hor hâkirsin. Ancak şeyhin kanatlarıyla uçta şeyhin askerlerinin yardımını gör!
545. Bir zaman olur, onun lûtuf dalgaları, sana kanat kesilir; bir an gelir, kahır ateşi seni taşır, götürür! Kahrını, lûtfunun zıddı sayma pek...tesir bakımından ikisininde birliğini gör! Bir zaman seni toprak gibi yeşertir...bir zaman seni sevgilinin havasıyla doldurur, şişirir! Ârifin bedenine cemad vasfını verir de orada neşeli güller, nesrinler bitirir! Fakat bunları o görür, başkası değil...temiz içten başka hiçbir şey cennetin kokusunu alamaz!
550. İçini, sevgiyi inkârdan arıt da orada onun gül bahçesindeki reyhanlar bitsin! İçini arıt da Muhammed’in Yemen ülkesinde Rahman kokusunu aldığı gibi sende benim sevgilimin ebedîlik kokusunu bul! Miraç edenlerin safında durursan yokluk, seni Burak gibi göklere yüceltir. Yere mensup ve ancak aya kadar yüceltebilecek miraç değildir bu...kamışı, şekere ulaştıran miraça benzer! Bu miraç, buğunun göğe akması gibi bir miraç değildir...ana karnındaki çocuğun bilgi ve irfân derecesine ulaşmasına benzer!
555. Yokluk küheylânı, ne de güzel bir buraktır... yok olduysan seni varlık makamına götürür! Dağlar, denizler ancak tırnağına dokunabilir; o derece süratlidir... duygu âlemini derhâl geride bırakıverir! Ayağını gemiye çekte can sevgilisine giden can gibi oturduğun yerde yürüye dur! Elsiz, ayaksız evveline evvel olmayan Tanrı’ya kadar git...canların, yoklukta elsiz ayaksız varlık âlemine koştukları gibi! Duyan, gaflet uykusunda olmasaydı, can kulağı açık bulunsaydı sözde kıyas perdesini yırtardın ya!
560. Ey felek, onun sözlerine inciler saç... ey cihân, onun cihânından utan! Eğer inciler saçarsan incilerin yüz kat fazlalaşır...câmid cismin görür, sevilir bir hâle gelir. O saçtığın incileri kendin için saçtın demektir...çünkü her çesit sermâye yüz misli artar!
Belkis’in Sebe şehrinden Süleyman aleyhisselâm’a hediye göndermesi
Belkıs’ın hediyesi kırk katır yükü altın kerpiçti. Hediyeleri getirenler, Süleyman’ın saray meydanına girince bir de gördüler ki yer, tamamı ile halis altınla döşenmiş!
565. Altın üstünde tam kırk konaklık yol aldılar...Artık altın gözlerine su gibi bile görünmüyordu, o kadar ehemmiyetsiz bir hale gelmişti. Defalarca bu altınları, getirdiğimiz yere götürelim... biz ne olmayacak iş yapıyoruz; Toprağı bile halis altın olan bir yere hediye olarak altın götürmek aptallıktır dediler. Ey Tanrı’ya aklı hediye götüren, akıl, orada yoldaki topraktan da aşağıdır! Hediyenin makbule geçmeyeceğini anladıklarından utangaçlıkları, âdeta onları gerisin geriye itmekteydi!
570. Sonra yine dediler ki: İster makbule geçsin, ister geçmesin... bize ne? Biz emir kuluyuz! Altın olsun toprak olsun...biz, götürmeye mecburuz... buyruk verenin buyruğunu yerine getirmek mecburiyetindeyiz. Geri götürün derlerse yine fermana uyar, getirdiğimiz hediyeyi geri götürürüz! Süleyman, hediye getirenleri ve getirdikleri hediyeyi görünce gülmeye başladı. “Ben, sizden tirit istedim mi ki? Ben,bana hediye verin demedim; hediyeye layık olun dedim.
575. Bana gayb âleminden eşi görülmedik hediyeler gelmekte... öyle hediyeler ki insan, onları istemeye niyetlense aklına bile getiremez! Siz, yer altındaki madeni altın haline getiren bir yıldıza, güneşe tapıyorsunuz... o yıldızı yaratana yüz tutun! Değeri yüce olan canınızı hor hakir ederek gökteki güneşe tapıyorsunuz. Güneş Tanrı emriyle bizim aşçımızdır, çiyleri pişirir... artık ona Tanrı dersen aptallıktır bu! Güneş tutulursa ne yaparsın? Ondaki o karaltıyı nasıl giderirsin?
580. Nihayet yine Tanrı tapısına yüz vurup ya Rabbi. O karaltıyı gider, yine ona nurunu ver demez misin? Gece yarısı seni öldürmeye kalkışsalar ağlayıp yalvaracağım, yahut aman dileyeceğim güneş nerede? Hadiselerin çoğu da hep geceleyin olur... halbuki geceleyin taptığın tanrı ortada yoktur. Tanrı’ya gönül doğruluğu ile eğilirsen yıldızlardan kurtulur, Tanrı’ya mahrem olursun! Mahrem oldun mu sana ağız açar, sırları söylerim... bu suretle gece yarısı bir güneş görürsün sen!
585. Onun, temiz ruhtan başka doğuşu... yok doğmasında da geceyle gündüz farkı olamaz. Gündüz, onun doğduğu zamana derler... geceleyin doğdu, parladı mı ortada gece kalmaz. Bu görünen güneş, o güneşin önünde adeta güneşe karşı zerre nasıl görünürse öyle görünür! Âlemi aydınlatan, parlatan bu güneşin gözü, o güneşi görünce kamaşır şaşırır kalır! Arşın nuruna... arşın o sonsuz ve hadsiz ışığına karşı bu güneşi bir zerre gibi görürsün!
590. Göze Tanrı’dan bir kuvvet gelince zahiri güneşi hor ve yoksul görür, bayağı bulursun! Tanrı, öyle bir kimyagerdir ki onun bir tesiriyle duman, yıldız haline gelmiştir... Öyle bir görülmedik iksiri vardır ki karanlığı güneş haline getirmiştim. Bir acayip sanatkardır ki bir sanatıyla zühale bu kadar hassa vermiştir... artık sen öbür can yıldızlarıyla can incilerini de var, buna kıyas et!
595. Duygu gözü, güneşe zebundur; ilahi bir göz ara, ilahi bir göz bul da, Onun bakışına karşı şimşekler saçan güneşin nurları zebun olsun! O bakış nura mensuptur, bu bakış, nâra... ateş, nûra karşı adamakıllı kara görünür!
Tanrı sırrını kutlasın,Şeyh Abdullah-ı Mağribi’nin kerametleri
Şeyh Abdullah-ı Mağribi dedi ki: “Altmış yıldır ben gece nedir, görmedim. Bu altmış yıl içinde ne gündüz, ne de gece... hiçbir sebeple bir karanlığa düşmedim.”
600. Sofiler de şeyhin sözünün doğruluğunu söylemişler, demişlerdi ki: “Geceleri ardında giderdik.” Dikenlerle, çukurlarla dolu olan çöllerde yürürdük... o, dolunay gibi önümüzde giderdi. Yüzünü geriye çevirmeden gece vakti, “Dikkat edin, önünüzde çukur var, sola doğru yürüyün” derdi. Bir an sonra da “Sağa gidin, ayağımızın altında diken var”diye seslenirdi. Gündüz olur, biz ayağını öperdik... görürdük ki ayakları gelin ayağı gibi!
605. Ne topraktan eser var, ne çamurdan... ne diken yırtmış, ne taş yaralamış! Tanrı, Mağribî’yi maşrıkî etmişti... Batıyı ona doğu gibi nurlar saçan bir hale getirmişti! Bu serkeş güneşin nuru, aşk meydanının öyle bir atıdır ki halkın ileri gidenlerinin gününü de o korur, geri kalanların gününü de o! O yüce nur nasıl korumaz ki binlerce güneşi izhar eden odur. Sen onun nuru ile emniyet içinde yürüye dur... ejderhalar, akrepler arasında yol almaya bak!
610. O pak nur, senin önünde gider durur... her yol vuranı tutar, paramparça eder! “Tanrı, kıyamet gününde Peygamberini utandırmaz” ayetini doğru bil; “ Müminlerin nurları, önlerinde ve sağlarında yürür yollarını aydınlatır” ayetini oku! O nur kıyamette çoğalır ama Tanrı’dan o nuru burada da istemeli! Çünkü Tanrı istenen şeye delalet etmeyi daha iyi bilir ama buluta da can nuru bağışlar karanlığa da!
Süleyman aleyhisselâm’ın Belkis’in elçilerini,getirdikleri hediyelerle beraber Belkis’e göndermesi ve Belkis’i güneşe tapmadan vazgeçip Tanrı’ya inanmaya davet etmesi
Süleyman Peygamber, o elçilere dedi ki: “Ey utanan elçiler, geri dönün ... altın sizin olsun; bana gönül getirin, gönül!
615. Benim bu altınlarımı da alın da o altınlara ilave edin... körlüğünüzü anlayın da o altınları katırın fercine sokun! Katırın ferci, altın kilit vurulmaya layıktır... Aşığın altınıysa sapsarı yüzüdür! O yüz, Tanrı’nın nazar ettiği yerdir... halbuki altın madenine güneş nazar eder! Maden güneş ışığının nazargâhıdır;âşıkın yüzü hakikatlere sahibolan Tanrı’nın nazargâhıdır. Şimdi de bana gelip çattınız, benim esirimsiniz ama yine benim sizi yakalamamdan korkun, canınızı siper edin!
620. Taneye kapılmış kuş dam üstündedir ama kanadı açık olduğu halde tuzağa tutulmuştur o! Mademki gönlünü canla başla taneye verdi... sen onu tutulmadan tutulmuş bil! Taneye bakıp duruyor ya... sen o bakışları, ayağına vurulan düğüm say! Tane, sen şimdi bana hırsızlama bakıyorsun ama hele sabret; asıl ben seni çalıyorum; O bakış, sonunda seni bana çekince anlarsın ki ben senden gafil değilim der!
Terazinin dirhemi baş yıkayacak kil olan aktarın kilini,aktar şeker tartarken kil yemeyi âdet edinmiş olan müşterinin gizlice ve hırsızlama çalması
625. Toprak yemeyi adet edinmiş olan birisi bir aktara gidip kelle şekeri almak istedi. O hilebaz ve gönlü bozuk aktarın terazisinde dirhem ve taş yerine toprak vardı. Dedi ki: Benim terazimin dirhemi topraktır. Şeker almaya niyetin varsa sabret de dirhem bulayım. Adam “Mühim bir işim var, şeker almam lazım... dirhemin ne olursa olsun, zararı yok” dedi. Kendi kendisine de “Toprak yemeyi adet edinen kişiye taş nedir ki? Toprak altından daha iyi!
630. Hani o kılavuz kadın gibi...oğlum, pek güzel bir kız buldum. Pek güzel ama ondan başka bir şey daha var:o namuslu kız, helvacı kızı demiş de, Evlenecek adam böyle olması daha iyi ya... helvacının kızı daha yağlı, daha tatlı olur demiş! Onun gibi senin de taş dirhemin yok da taş yerine toprak kullanıyorsan daha iyi ya... toprak benim gönlümün istediği meyve!” diyordu. Aktar, terazisinin dirhem gözüne dirhem vazifesini gören taş yerine toprak parçasını koydu.
635. Öbür gözüne koymak üzere de o toprağın ağırlığınca şeker kırmaya koyuldu. Şekeri kesip kıracak bir aleti olmadığı için biraz gecikti, müşteriyi de orada bıraktı. Aktarın yüzü öbür yanaydı... toprak yemeyi adet edinmiş olan müşteri, dayanamadı... gizlice ve güya aktara göstermeden toprağı koparıp yemeye başladı. Ansızın döner de beni görüverir diye de korkmaktaydı. Aktar, bunu gördü... gördü ama kendisini meşgul gösterdi. Diyordu ki: “A sararmış suratlı, hadi biraz daha fazla çal!
640. Toprağımı çalıyorsan bana bir şey olmuyor; sen, adeta kendi yanından et koparıyor, kendi etini yiyorsun! Benden korkup duruyorsun ya eşekliğinden... ben de az yiyeceksin diye korkmaktayım! Meşgulüm ama kamışımdan sana fazla şeker verecek kadar da ahmak değilim ben! Alacağın şekeri görünce kimin ahmak ve gafil olduğunu anlarsın, hele dur” Kuş, o taneye baktıkça bakar, hoşlanır ama tane de uzaktan o kuşun yolunu vurur!
645. Göz zinasından hoşlanırsın ama nihayet kendi yanından kopardığın eti kebap edip yemiyor musun ki? Bu uzaktan bakış ok ve zehir gibidir... gittikçe sevgin artar, sabrın eksilir! Dünya malı zayıf kuşların tuzağıdır...ahiret mülkü, yüce kuşların tuzağı! Hattâ bu ahiret mülkü, öyle bir derin tuzaktır ki ulu ulu kuşları avlar! Ben Süleyman’ım, sizin mülkünüzü istemem... mülk istemek şöyle dursun, ben sizi, helâk edecek şeylerden kurtarırım!
650. Şimdi siz, malın, mülkün esirisiniz... mala mülke sahip olan kişi, helâk olmaktan kurtulan, mala, mülke esir olmayan kişidir. Halbuki ey âleme esir olan, aksine adını bu cihanın emîri taktın! Hakikatte sen, bu âlemin esirisin, canın, bu cihan hapsine düşmüştür... öyle olduğu halde niceye,bir kendine cihan sahibi deyip duracaksın?
Süleyman aleyhisselâm’ın elçilerin gönlünü alması,onlara iltifatta bulunması,gönüllerindeki ürkekliği gidermesi ve hediyeleri kabul etmediğinden özür dileyip,kabul etmemesinin sebeplerini anlatması
Ey, elçiler, tez sizi elçi olarak gönderiyorum... bu hediyeleri reddetmem, sizin için kabul etmemden yeğdir. Belkıs’ın yanına gidince gördüğünüz şaşılacak şeyleri, altın ovasını hep söyleyin.
655. Söyleyin de benim altına tamah etmediğimi, altını yaratandan altın elde ettiğimi anlasın. O Tanrı, öyle bir Tanrı’dır ki dilerse bütün yeryüzünü baştanbaşa altın ve değeri biçilmez inci haline getirir. Ey altını seçen, onu seven, onun için Tanrı mahşer gününde bu yeryüzünü gümüşten halk edecektir. Biz altına aldırış bile etmeyiz... sanatlarımız çok bizim; bütün yeryüzündekileri altın haline getiririz biz! Sizden altın mı isteriz biz? Biz sizi kimyager yaparız.
660. Sebe mülkü bile olsa vazgeçin o dünya mülkünden... suyun toprağın dışında nice mülkler var! Senin taht dediğin şey, tahtadan yapılma tuzaktır... konduğun yeri baş köşe sanmışsın ama kapıda kala kalmışsın! Sen daha kendi sakalına hüküm yürütemiyor, ona bile padişahlık edemiyorsun; artık nasıl olurda iyiye, kötüye padişahlık yapmaya, hüküm yürütmeye kalkışırsın? İstemediğin halde sakalın ağarıyor... gayri ey eğri ümitli, sakalından utan! Asıl o Tanrı mülk ve saltanat sahibindir, kendisine baş eğene bu topraktan yaratılan dünya şöyle dursun, yüzlerce mülk, yüzlerce saltanat ihsan eder.
665. Fakat Tanrı tapısında bir secde, sana iki yüz devlet ve saltanattan daha hoş gelir. Ben ne mal isterim, ne mülk... ne devlet isterim, ne saltanat... bana o secde devletini ihsan et, yeter diye ağlayıp sızlanmaya başlarsın! Cihan padişahları, kötülüklerinden dolayı kulluk şarabından bir koku bile almamışlar. Yoksa onlar da Edhem gibi, hemencecik coşarlar, sarhoş olurlar, dünya saltanatını vurup kırarlardı! Fakat Tanrı, bu âlem dursun, mamur olsun diye gözlerini ağızlarını kapamıştır.
670. Bu suretle de onlara taht ve taç tatlı gelir, âlemdeki halktan haraç alalım derler... Fakat haraç ala ala kum gibi altın yığsın yine ölür, geberirsin, onlar senden arta kalır! Mal, mülk, devlet ve altın, canına yoldaş olmaz... sen altın ver de görüşünün kuvvetlenmesi için sürme al! Bu sürmeyi çek de şu âlemin daracık bir kuyu olduğunu gör; Yusufcasına ipe el at! Kuyudan çıkıp dama yücelince görenler, müjde, işte bize bir köle desinler!
675. Kuyuda göz, akisler yapar, insana hayaller görünür... onların en bayağısı şudur: Taş altın şeklinde görünür! Oyun zamanı çocuklarda kızışırlar... o taş topaç kırıklarını altın ve mal görürler ya. Fakat Tanrı ârifleri kimyager olmuşlardır da onlara madenler bile değersiz görünür artık!
Dervişin, şeyhleri rüyâda görüp kazanmaya uğraşmadan ve ibadetten kalmadan helâl bir rızık dilemesi, onlarında onu irşâd etmeleri, dağdaki acı ve ekşi meyvaların, şeyhlerin himmetiyle dervişe tatlı gelmesi
Dervişin biri hikâye etti: Ben rüyâda Hızır’a mensup olan erenleri gördüm. Onlara: “ Helâl olan ve hiç vebâli bulunmayan rızkı nereden elde edeyim? dedim.
680. Beni dağlara ormanlara götürdüler... ormanlarda meyveleri silktiler. Tanrı, himmetimizle bunları sana tatlı etti... Hemen ye bunlar temiz, helâl ve sayısız... aynı zamanda uğraşmaksızın, başın ağrımadan, yükünü çekmeden, yukarı aşağı koşmadan elde edilen rızıklardır dediler. Onları yedim, sözümde öyle bir feyiz, öyle bir tesir hâsıl oldu ki sözlerim, akılları hayran etmeye başladı. Rabbim dedim, bu bir imtihan...sen bana bütün halktan gizli bir ihsanda bulun!
685. Söz söyleyemez bir hale geldim... hoş bir gönüle sahip oldum; zevkimden nar gibi yarıldım! Dedim ki içimdeki bu zevk yok mu ya... cennette bundan başka bir zevk olmasa bile, Başka bir nimet istemem... bunu bırakıp da ceviz ve şeker yemeğe girişmem! Kazancımdan elimde bir iki habbe kalmıştı. Onları cübbemin yenine dikmiştim.
Dervişin bu parayı şu oduncuya vereyim, çünkü ben şeyhlerin kerametiyle rızık elde ettim demesi, oduncunun, dervişin bu niyetini anlayıp incinmesi
Dervişin biri de odunculuk etmekteydi... yorgun argın ormandan geldi.
690. Onu görünce dedim ki: Artık benim rızıkla işim yok... bundan sonra rızık için gam yemiyorum. Kötü meyveler bana güzel ve hoş gelmekte... husûsi bir rızka nâil oldum ben. Mademki boğaz derdinden kurtuldum, birkaç habbem var, onları şuna vereyim... Şu oduncuya bağışlayayım da o da iki üç günceğiz rızık derdinden kurtulsun! Oduncu içinden geçeni anlıyormuş meğerse... çünkü kulağı, Tanrı nuruyla nurlanmış!
695. Her düşünce , ona göre bir şişe içindeki kandil gibi. Hepsini görüyormuş! İçten geçen ondan saklanamıyor... o, bütün gönüllerden geçenlere emîr kesilmiş! O sırrına şaşılacak er, benim bu düşünceme karşı ağzının içinden söylenip durmaktaydı. Padişahlar hakkında böyle düşünüyorsun ha... onlar, sana rızık vermeseler nasıl rızıklanacaksın ki demekteydi. Ben sözünü anlayamıyordum ama azarlanması gönlüme iyice aksediyordu.
700. Derken aslan gibi heybetle önüme geldi, sırtındaki odun demetini yere bıraktı. |
|
|