|
Sohbet 21
Gemi, suyun üzerinde gezer. Su yoksa gemi de yoktur. Çünkü gemi karada yol alan bir araç değil, deniz aracıdır. O halde bir yerde şeriat varsa orada hakikat da var, ya da bir yerde hakikat varsa orada şeriat de vardır.
Şeriat gemiye benzer; hakikat denize. Ancak ikisi birbirinden ayrı değildir. Şeriatin sınırı denizin ortasında bir gemi kadardır. Geminin içindeki insanların hayatı ise sınırlı. Sadece geminin içi kadar. Çünkü onlar, geminin bünyesinde yaşar. Dışına çıkarlarsa boğulurlar.
Yunus Baba, bu konuda ne buyuruyor onu dinleyelim:
Şeriat bir gemidir hakikat anın denizi Çokları gemiden çıkıp denize dalmadılar Şeriat oğlanları dava kıldılar Hakikat erenleri davaya kalmadılar
Şeriat bir gemidir ama o geminin altındaki derya da hakikattir. İnsanların çokları, gemiden çıkıp denize dalmadılar yani şeriatin incelikleri olan hakikata vâkıf ve vâsıl olamadılar.
Buradaki deniz gönüldür. Denizin derinliklerindeki dürr-i ekber (büyük, eşsiz inci), gönüldeki mana zevkidir yani tasavvuftur.
"Denizin dibinde inci var. Dalış yap ki; dibinden çıksın. Eğer daldınsa o tabandaki dürr-i ekberi kap."
Yunus: "Şeriat oğlanları" diye bir genç çocuk olarak ifade ediyor. Aslında genci falan yok. Saçlı sakallı, kerli ferli insanlar ama Yunus onlara o gözle bakıyor. Bir genç, bir çocuk gözüyle bakıyor. Diyor ki: "Şeriat oğlanları dava kıldılar. Benlik senlik yaptılar."
Hocalar, birbirleriyle hep tartışırlar. Ben onların içindeyim. "Vay seninki caiz değil; benim ki caiz! Böyle olacak." Ama hepsinin iddia ettiği bir kaynak vardır. Hepsinin kendine göre bir gerçek payı vardır. Netice itibariyle sohbetleri benlik üzerinedir: "Ben daha çok biliyorum; sen daha az biliyorsun," gibi bir bilgi yarışmasıdır. Tabii, hepsi değil. İşte Yunus, bunu anlatıyor. Şeriat oğlanları benlik yaptılar.
Hakikat erenlerine gelince iş başka. Başka olan ne? Efendim, onlar davaya kalmadılar. Onlar manaya daldılar; davayı bıraktılar. Benlikten senlikten geçtiler ve işin özüne indiler, demekle bu gerçeği ifade etmiştir.
Şeriat sınırlıdır yani geminin içidir. Ama gemiden çıktığın zaman artık sınır yoktur. Sınırsızdır. Şer'î bilgiler çok mükemmeldir; çok güzeldir. Zaten o olmayınca öteki de olmaz. Zaman zaman söylüyorum, şimdi bunu söylemenin sırası geldi. Bazı tarikat bağnazları: "Biz artık şeriatten geçtik. Bizim yolumuz hakikat ve marifettir. Şeriat geride kaldı," gibi böyle yanlış ve tutarsız lâflar ederler. Günahtır; hatadır. Bir insanın dış yapısı yani vücudu olmazsa ruhu içinde olur mu? O beden yoksa ruh da yoktur.
Beden şeriat, ruh da hakikattir. İkisi birbirinden ayrı değildir. Hakikatle şeriat, ruhla beden gibi iç içedir. Bunu nasıl ayırabiliyorsunuz? Şeriati hakikatten ayrı görmek, büyük bir eksikliktir ve cehalettir. Hakikati de şeriati de tanımamaktır. Bu gerçeği, Türk-İslâm tasavvuf kültürünü senelerce eserlerinde yaşatmaya çalışan, Kenan Rıfaî Hazretleri'nin yetiştirdiği Sâmiha Ayverdi annemiz şu güzel sözlerle ifade etmiş:
"Bilmem ki; aslında dost ve ikiz yaratılmış, şu birbirini tamamlayıcı madde ile mananın ne diye arasını açar, açar da kimsenin edemeyeceği düşmanlığı kendimize ederiz. Bu âlemde, kendi kendinin cahili olana kendinden büyük düşman, kendi kendini bilene de kendinden sadık dost var mıdır?"
İşte işin püf noktası buradadır. Madde ile mana. Madde dediği şeriat, mana dediği hakikattir. Maddenin bulunduğu her yerde mana da vardır. Aynen denizin bulunduğu her yerde geminin bulunduğu gibi.
Her madde, bir manayı içerir. İnsan ise, manalar deryasıdır. İbrahim Hakkı Erzurumî Hazretleri'nin ifadesi ile:
Bahr-ı meanide cevherin bilsen Kıymetin hoş paha edersin sen
Doğrusu insan, mana okyanuslarını kendinde taşıyan bir vekil-i ilâhîdir ve halifetullahtır.
Yine ehlullah hazaratından Gaybî Babamız da şeriat ve hakikat konusunda şöyle bir ifade de bulunur:
Ne meczûb-i ilâhî ol şerâyide kusur eyle Ne mahbûb-ı ilâhî ol hakâyıkta kesûr eyle
Şeriatte kusurlu olmamak, hata yapmamaktır. Hakikatte kusur eylememek, ileri gitmemektir. Orada dur.
Yine bu konuda Azizim Hoca Mustafa Etendi (k.s.)'nin kelâm-ı âlisinde:
Şeriatsiz yol değiliz Marifetsiz kul değiliz Hakîkatden dur değiliz Biz Şabani bülbülüyüz
buyurması şeriatin ve hakikatin bir bütün olduğunun açık bir ifadesidir. Hz. Gaybî, başka bir nutk-ı şerifinde şöyle buyurur:
Tenin eyle mutahhar canın eyle münevver Yanacağın mukarrer yanmazsan aşk narine
Ten neyle temiz olur? Şeriatle. Şeriatte suyla temizlenen kirler vardır. Şeriat, bunları halleder. Su bunları halleder. Çünkü bunlar dıştadır. Ya gönülde olan gurur, ihtiras, nefret, haset, kin, öfke hele hele kişinin kendisini başkalarından üstün görmesi. Bunlar, suyla temizlenmez. Çünkü bunlar içtedir. Bunlar için kişinin çok büyük çapta nedamet duymasıyla beraber gözyaşı dökmesi lâzımdır. İstiğfar ve gözyaşı.
Hacı olanların şeytan taşlaması da budur. Bu, çok büyük istiğfar, nedamet ve gözyaşı ise, turuk-ı âliyyede ikinci esma olan levvâme mertebesidir. Levm kelimesi, kendini beğenmemek, geçmişte yaptığı hata ve kusurlardan dolayı mütenebbî olmak anlamlarına gelir. "Eyvah! Bunlar bana yakışır mı? Ben, bunları niye yaptım?" diyebilmektir. Biraz önce söylediğim gibi hacıların şeytan taşlaması, tasavvufta ikinci esmanın karşılığıdır. Orada atılan taşlar ile, koca şeytan, orta şeytan, küçük şeytan olarak dikilen taşlar, birer semboldür.
Peki o taşlar nereye atılıyor? Kişinin kendi nefsine. Kişi geçmişte yaptığı hatalarından dolayı kendini taşlıyor. O taşların herbirisi, binlerce "Estağfirullah el azim" (istiğfar), nedamet ve gözyaşı demektir. Tabii, bu bir yere kadar devam eder. Zaten esmanın yedi olmasında da hikmet vardır. Yedi esma, yedi sınıflı okul gibidir. Şeriatin emirlerini yerine getirmekle beraber mana, ruh ve fikir olarak da işin içeriğiyle bütünleşmesi tasavvuftur. Bir gönül avutmadır. Gönül temizlemedir. Kendi bünyesinde derviş arınır; durunur. Nefs-i safiyyeye doğru yol alır. Burada derviş, hüsn-i niyeti, Cenab-ı Hakk'ın rahmeti, Peygamber Efendimiz'in şefaati ve pirânın himmeti ile kemalât-ı ilâhîyyeye ulaşır.
Yunus'un nutk-ı şerifindeki ilk dizeleri okuyarak tekrar ana konumuza dönelim:
Şer'iat bir gemidir hakikat anın denizi Çokları gemiden çıkıp denize dalmadılar
Demek ki çokları, şeriat çerçevesi içinde kaldılar. Bu tefekkürü, tezekkürü, ilâhî aşkı tatmak için gemiden çıkıp denize atlamak ve o denizin dibine dalmak lâzım. Mesnevi'de buna dair bir hikâye geçer:
"Bir molla gemiye binmiş. Gemi denize açılmış. Mollanın kafasında mektepten medreseden, hocadan aldığı bazı bilgiler var. Başında da sarığı, sırtında da cübbesi var, tabii.
O açıklık devirlerinde mollalar kıyafetleriyle gezerlerdi. Molla yerinde oturabilir mi? O bilgilerini ortaya koyacak. Kendine varlık verecek. Kaptanın köşküne çıkar:
-Selâmün aleyküm.
-Aleyküm selâm.
-Kaptan Efendi, sen ilm-i nahiv, ilm-i sarf okudun mu?
Kaptan boynunu büker:
-Yok hocam, ne gezer! Ben, küçük yaşta bu gemiye bindim. Halat toplardım. Silip süpürürdüm. Böyle böyle biz, bu gemide kaptan olduk. Ben, senin dediğinden bir şey anlamadım. Nedir o sarf, o nahiv?
-Sarf, nahiv işte. Arapça gramer kitabı...
-Yok, kusura bakma. Benim öyle şeylerden haberim yok, der.
Bunun üzerine molla:
-Kaptan, senin ömrünün yarısı boşa geçmiş. Eğer sen bunları bilmiyorsan...
-Eee! Ne yapalım. Nasip meselesidir.
Kaptan yine davasız ve mahviyet içinde. Öteki de bunun farkında. Oradan ayrılır. Aradan bir saat geçer. Denizde bir fırtına kopar ve gemi sallanmaya başlar. Hoca kaptana:
-Kaptan Efendi, Kaptan Efendi! Batıyoruz, diye bağırır ve feryat eder. Hoca, kaptana: "Sen ilm-i nahiv okudun mu?" diye sormuştu ya. O da: "Hayır, ben böyle bir şey görmemiştim," demişti ya. Molla: "Batıyoruz," diye bağırınca kaptan da ona:
- Sen ilm-i mahiv okumadın mı? görmedin mi yani mahvolma ilmini öğrenmedin mi? der.
Molla:
-Okumadım.
-O zaman senin ömrünün hepsi boşa gitmiş. Benimkinin yarısı seninkinin hepsi boşa gitmiş, der.
Bunlar tasavvuf... Evet, yokluğunu kulluğunu bilmek, büyük sevaptır. İşte tasavvufun ana ilkesi, ana hedefi ifna-yı vücutdur. Azizim Hoca Mustafa Efendi (k.s.), bir gün öyle buyurdu:
-Oğlum, hem sen hem Allah olur mu? Sen çık aradan kalsın yaratan.
Tasavvuf, aradan çıkmaktır. Varlığı Hakk'a teslim etmektir. Tamamen varlığın Hakk'ın olduğunun yüksek bilincine ermektir. Bugün teslim ettikleri varlık, dün bizim miydi? Dün de Hakk'ındı. İşte tasavvuf, bunun böyle olduğunu anlamak ve idrak etmektir. İdrak ettiğin zaman, senin bir şeyin olmadığını, bu vücudun bu kafesin içinden ana rahminden getirdiğin cismanî yapının içinde sana ait bir şey olmadığını anlarsın. Ruhun ten kafesinde tutuklu olduğunun farkına ve bilincine varırsın.
Hz. Gaybî bir başka sözünde: "Vech-i insan libas-ı Hakk'tır." yani "Şu gördüğün yüz Hakk'ın yüzüdür," diye buyurur. Nefy-i vücut da budur. Nefy-i vücut olmazsa mana olmaz. Nefy-i vücut için icraat, efor, tefekkür, tezekkür, âh-u figan lâzım.
Bu bahsi, büyük mutasavvıf Niyazî Hazretleri'nin nutk-ı şerifiyle noktalayalım:
Anla hemân bir söz durur Yokuş değil düz durur
Âlem kamu bir yüz durur Gören anı hayran imiş
İşit Niyazî'nin sözün Bir nesne örtmez Hakk yüzün
Hakk'tan ayan bir nesne yok Gözsüzlere pinhân imiş
|
|